Cumartesi

GÜR / TÜRKİYE DAVASI

(35983/97)

Strazburg

24 Temmuz 2003

USULİ İŞLEMLER :

Dava, 22 Şubat 1997 tarihinde, Türk vatandaşları olan Mustafa ve Osman Gür (başvuranlar) tarafından, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerini Korumaya dair Sözleşme'nin eski 25. maddesi uyarınca, Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna yapılan bir başvurudan (35983/97) kaynaklanmaktadır.

OLAYLAR :

Başvuranlar, sırasıyla 1950 ve 1954 doğumlu olup, İzmir'de ikamet etmektedirler.

1990 yılında, İzmir'de başvuranlara ait bir taşınmaz, Karayolları Genel Müdürlüğünce (KGM), otoyol inşaatı amacıyla kamulaştırılmıştır. Kamulaştırma tarihinde başvuranlara ilgili idare tarafından tespit edilen kamulaştırma bedeli ödenmiştir.

Başvuranlar, 17 Aralık 1990 tarihinde, idarenin ödediği miktarları yetersiz bularak, kamulaştırma bedelinin artırılması talebiyle İzmir Asliye Hukuk Mahkemesi'nde dava açmışlardır.

31 Ekim 1991 tarihinde, Mahkeme başvuranların iddialarını haklı bularak, taşınmazlarına elkonulan 13 Kasım 1990 tarihinden itibaren işletilmek üzere yıllık %30 basit yasal faiziyle birlikte, 346.930.095 TL tezyid bedelinin başvuranlara ödemesine karar vermiştir.

Yargıtay, 27 Nisan 1992 tarihinde ilk derece mahkemesinin kararlarını onamıştır.

25 Ekim 1996 tarihinde, başvuranlara 478.875.000 TL ödenmiştir.

HUKUK :

11 Haziran 2003 tarihinde Mahkeme, Hükümetten, aşağıdaki deklarasyon metnini almıştır:

"Mustafa Gür ve Osman Gür tarafından yapılan ve 35983/97 No. ile kayıtlı başvurunun dostane çözümü ile ilgili olarak Hükümetin, başvuranlara, iyi niyete binaen, toplam 43.000,- (kırküçbin) ABD Dolan ödemeyi teklif ettiğini beyan ederim. Bu miktar herhangi bir vergi uygulanmaksızın, başvuranlar tarafından bildirilecek banka hesabına, kararın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 39. maddesi uyarınca açıklanmasından sonra üç ay içerisinde, ABD Doları olarak ödenecektir. Ödeme davayı nihai olarak sonuçlandıracaktır. Bu miktarın belirtilen süre içinde ödenmemesi durumunda Hükümet, (ideme tarihine kadar Avrupa Merkez Bankası'nın belirlediği marjinal kredi faizlerinin üç puan üzerinde basit faiz ödemeyi taahhüt eder.

Diğer yandan Hükümet, Sözleşme'nin 43/1. maddesi uyarınca, davanın Büyük Daire önüne götürülmesini talep etmeyeceğini taahhüt eder."

Mahkeme, 19 Şubat 2003 tarihinde, başvuranların temsilcisi tarafından imzalanan ve dostane çözüm önerisini kabul ettiklerine dair bildiri metnini almıştır.

AHİM, tarafların dostane çözüme ulaştığını tespit etmiştir. Sözkonusu uzlaşmanın, AİHS ve Ek Protokollerde öngörülen insan haklarına saygı prensibine uygun olduğu kanaatindedir. (AİHS'nin 37/1. maddesinin son fıkrası ve İçtüzüğün 62/3. maddesi).

Dolayısıyla, dava kayıttan düşürülmelidir.

Bu GEREKÇELERLE MAHKEME, OYBİRLİĞİYLE,

1. Başvurunun, kayıttan düşürülmesine karar vermiş,

2. Tarafların davayı Büyük Daireye götürmeyecekleri yönündeki taahhütlerini dikkate almıştır.

Fransızca olarak verilen bu karar, 24 Temmuz 2003 tarihinde, İçtüzüğün 77. maddesinin 2 ve 3. fıkraları uyarınca yazılı olarak tebliğ edilmiştir.

Vincent BHRGER
Katip

Georg RESS
Başkan

diğx

HALİSE DEMİREL / TÜRKİYE DAVASI

(39324/98)

Strazburg

28 Ocak 2003

USULİ İŞLEMLER :

Davanın nedeni, Türk vatandaşı olan Halise Demirel'in ("Başvuran"), 20 Kasım 1997 tarihinde, İnsan Haklarını ve Temel Hakları Korumaya Dair Sözleşmenin "AİHS" eski 25. maddesi uyarınca, Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na "AİHK", AİHS'nin in 5/3 ve 6/1 maddelerinin ihlal edildiği iddiasıyla yaptığı başvurudur (Başvuru no:39324/98).

1971 doğumlu olan Başvuran, Halise Demirci, Türk vatandaşı olup Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi "AİHM" önünde Diyarbakır Barosu avukatlarından Sn. Mesut ve Meral Bektaş tarafından temsil edilmektedir. Başvuran, şu an Batman Cezaevi'nde bulunmaktadır.

OLAYLAR :

A. Başvuranın yakalanması ve gözaltına alınması:

Başvuranın imzaladığı ve polis tarafından 28 Eylül 1991 tarihinde düzenlenen yakalama tutanağına göre PKK aleyhinde yürütülen bir operasyon sırasında Başvuran, Halise Ayyıldız adına düzenlenmiş sahte bir kimlik, PKK'ya ait belge, el bombası ve bir tabancayla yakalanmış ve 17 kişiyle birlikte gözaltına alınmıştır.

5 Ekim 1991 tarihinde, Van Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi'nin talebi üzerine Van Cumhuriyet Savcısı gözaltı süresini 8 gün uzatmıştır.

Başvuran adı geçen şube tarafından 6 Ekim 1991 tarihinde sorgulanmış ve daha sonra Diyarbakır'a nakil edilmiştir.

B. Tutuklama:

9 Ekim 1991 tarihinde, Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı'nın talebi üzerine Başvuran Diyarbakır 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi (kısaca "Mahkeme") tarafından tutuklanmıştır.

5 Kasım 1991 tarihli iddianamesiyle Diyarbakır Cumhuriyet Savcısı, TCK'nin 168/1 maddesi çerçevesinde silahlı çete oluşturmaktan Başvuran ve diğer 17 sanık aleyhinde dava açmıştır.

19 Ocak 1994 tarihli bir karar ile Mahkeme, Başvuran ile birlikte dört kişi hakkında toplanacak delillerin yargılamayı uzatacağından dolayı, dava dosyasının diğer 17 kişiye ait dava dosyasından ayrılmasına karar vermiştir.

8 Nisan 1994 tarihli duruşmada, mezkur Mahkeme "kanıtların durumu ve suçun niteliği bakımından" Başvuranın tutukluluk halinin devamına karar vermiştir.

1 Haziran 1994 tarihli duruşmada Mahkeme, Başvuranın kimliğini saptamak amacıyla nüfus cüzdan örneğini talep etmiştir. Ayrıca, Başvuran ile birlikte tutuklanan ve yargılanan diğer şahısların dava dosyasının Yargıtay'da sonuçlanmasını beklemeye karar vermiştir.

Aynı gün Mahkeme, Cizre Asliye Ceza Mahkemesi'nden istinabe yoluyla görgü tanığı Abdulhakim Güven ("A.G.")'in ifadesinin alınmasını ve 18 Haziran 1994 tarihli duruşmaya kadar gönderilmesini talep etmiştir.

2 Ekim 1994 tarihinde, Cizre Jandarma Komutanı, A.G.'in Diyarbakır Jandarma Komutanlığında görevli olduğunu Cizre Cumhuriyet Savcılığına bildirmiştir.

3 Ekim 1994 tarihli bir yazı ile Cizre Asliye Ceza Mahkemesi bu bilgiyi Mahkeme'ye aktarmıştır.

26 Ekim 1994 tarihinde Mahkeme, A.G.'in 14 Aralık 1994 tarihli duruşmada hazır bulundurulması için Diyarbakır Jandarma Komutanlığı'na celp göndermiştir.

15 Kasım 1994 tarihinde, söz konusu celbe karşı Diyarbakır Jandarma Komutanlığı A.G.'nin görevli olmadığını, Cizre'de bulunduğunu ve açık adresinin bilinmediğini belirtmiştir.

17 Ocak 1995 tarihinde, Cizre Jandarma Komutanlığı, Mahkeme'ye A.G.'nin bir itirafçı olarak PKK tarafından tespit edilmemesi için sık sık adres değiştirdiğini ve ona ait olan tüm resmi yazıları bildirdiğini belirtmiştir.

1 Şubat 1995 tarihli yazı ile Mahkeme, A.G.'nin 22 Mart 1995 tarihli duruşmada hazır bulundurulması için aleyhinde celpname düzenlendiğini Diyarbakır Jandarma Komutanlığı'na bildirmiştir. Ayrıca, Başvuranın soyadının Ayyıldız değil Demirel olarak tespit edildiğini belirtmiştir.

13 Şubat 1995 tarihinde, Diyarbakır Jandarma Komutanlığı, Mahkeme'ye A.G.'nin bölüğünde mevcut olmadığını bildirmiştir.

22 Mart 1995 tarihinde Mahkeme, Diyarbakır Jandarma Komutanlığına yazarak 3 Mayıs 1995 tarihli duruşmaya ilişkin Başvuran hakkında celp müzekkeresi çıkarıldığını vurgulamıştır.

30 Mart 1995 tarihinde, Diyarbakır Jandarma Komutanlığı, A.G.'nin birliğinde mevcut olmadığını ve Jandarma Asayiş Komutanlığına bağlı Jandarma istihbarat Terörle Mücadele Tim, Komutanlığı'na yazılması gerektiğini Mahkeme'ye bildirmiştir.

11 Nisan 1995 tarihinde, Diyarbakır Cezaevi Müdürlüğü A.G.'in 9 Kasım 1993 tarihinde Diyarbakır Merkez Kapalı Cezaevine nakil edildiğini mezkur savcılığa bildirmiştir.

3 Mayıs, 7 Haziran ve 10 Temmuz 1995 tarihli yazışmalarda Mahkeme, A.G.'in aleyhinde 7 Haziran 1995 tarihli duruşma için celpname çıkarıldığını Jandarma Asayiş Komutanlığı'na bildirmiştir.

12 ve 18 Temmuz 1995 tarihlerinde, Jandarma Asayiş Komutanlığı, A.G.'nin şubesinde görevli olmadığını belirtmiştir.

13 Eylül 1995 tarihli yazısında Mahkeme DGM, Cizre DGM ve Cizre Jandarma Komutanlığından A.G.'nin adresinin tespit edilmesini ve 8 Kasım 1995 tarihli duruşmadan haberdar edilmesini talep etmiştir.

6 Kasım 1995 tarihinde, Cizre Jandarma Komutanlığı görgü tanığının Diyarbakır Jandarma Komutanlığında görevli olduğunu DGM'ye bildirmiştir.

21 Aralık 1995 tarihinde, Cizre Jandarma Komutanlığı, görgü tanığının Diyarbakır Asayiş Komutanlığında çalıştığını yinelemiştir.

17 Ocak 1996 tarihli yazışmasında Mahkeme, A.G'in 28 Şubat 1996 tarihli duruşmaya çağırılması yönünde Savcılığa müzekkere yazmıştır.

29 Ocak 1996 tarihinde, Jandarma Asayiş Komutanlığı, A.G.'nin kendi bünyesinde çalışmadığını Mahkeme'ye bildirmiştir.

18 Mart 1996 tarihinde Mahkeme'nin talebi üzerine Diyarbakır Jandarma Komutanlığı, A.G.'nin ne kendi bünyesinde ne de Jandarma Asayiş Komutanlığında çalışmadığını bildirmiştir.

15 Mayıs 1996 tarihli duruşmada Mahkeme, görgü tanığı A.G.'nin bulunamamasının yargılamanın uzamasına neden olacağından dolayı, dinlenmesine gerek olmadığına karar vermiştir.

5 Haziran 1996 tarihli duruşmada, Başvuranın temsilcisi, müvekkilinin PKK örgütüne yeni militanlar bulmaktan ve yasadışı yayın dağıtmaktan itham edildiğini belirtmiştir.

10 Eylül 1997 tarihli duruşmada, Başvuranın temsilcisi müvekkili aleyhinde hiçbir kanıtın bulunmadığını ve 6 yıldır süren yargılamanın AİHS'ne uygun olmadığını iddia etmiştir.

25 Eylül 1996 tarihli duruşmada Mahkeme, suç ortakları tarafından 5 Haziran 1996 tarihinde yapılan temyiz başvurusu üzerine Yargıtay'ın nihai kararının beklenmesine karar vermiştir.

Mahkeme, kanıtların durumu ve suçların niteliği gözönüne alındığında başvuranların tutululuk hallerinin (8 Nisan, 1 Haziran, 18 Temmuz, 26 Ekim ve 14 Aralık 1994, 1 Şubat, 7 Haziran, 7 Temmuz, 13 Eylül ve 8 Aralık 1995, 17 Ocak, 28 Şubat, 3 Nisan, 5 Ağustos, 25 Eylül, 23 Ekim ve 11 Aralık 1996, 19 Şubat, 26 Mart, 14 Mayıs, 2 Temmuz, 10 ve 22 Eylül 1997) tarihli duruşmalarda devamına karar vermiştir.

Mahkeme, 26 Ekim ve 14 Aralık 1994, 22 Mart, 3 Mayıs ve 6 Aralık 1995 ve 15 Mayıs 1996 tarihli duruşmalarda ise her hangi bir gerekçe beyan etmemiştir.

15 Eylül 1997 tarihli tedbir kararına istinaden mahkeme, başvuranın tahliye talebini gerekçe göstermeksizin reddetmiştir.

1 Haziran ve 24 Aralık 1997, 25 Şubat, l Nisan, 6 Mayıs ve 3 Haziran 1998 tarihli duruşmalarda Mahkeme, Yargıtay'ın kararının beklenmesine ve Başvuranın tutukluluk halinin devamına karar vermiştir.

13 Temmuz 1998 tarihinde, mahkeme, dava dosyasının Yargıtay tarafından ilk dereceli mahkemeye gönderildiğini tespit etmiştir.

Mahkeme 13 Haziran, 9 Eylül ve 14 Ekim 1998 tarihli duruşmalarda, Başvuranın tutukluluk halinin devamına karar vermiştir.

21 Ekim 1998 tarihinde, TCK'nın 168/2. maddesi ve 3713 Sayılı Yasanın 5. maddesi uyarınca, iki sivil ve bir asker hakimden oluşan Mahkeme, Başvuranı, PKK mensubu olmaktan 22 yıl 6 ay ağır hapis cezasına mahkum etmiştir. Mahkeme gerekçesinde, Başvuranın gözaltı sırasında vermiş olduğu ifadesinde itham edildiği suçları kabul ettiğini, savcılık makamında ise 1990 yılında PKK'ya katıldığını ve bir arama sırasında üzerinde bir silah ve el bombasıyla yakalandığını kabul ettiğini ve hakim karşısında ise PKK'ya üye olduğunu ancak hiçbir eyleme katılmadığını, Jiyan ve Gurbat kod adlarını kullandığını ve Van'a yeni üye bulmak için geldiğini belirtmiştir.

26 Mayıs 1999 tarihinde tebliğ edilen 12 Mayıs 1999 tarihli karar ile Yargıtay, ilk derece mahkemesinin kararını onamıştır.

HUKUKA DAİR :

I. AİHS'NİN 5/3 MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI :

AİHS'nin 5/3 maddesine atıfta bulunan Başvuran, tutukluluk halinin uzunluluğundan şikayetçidir.

Başvuran, Mahkeme'nin sadece itham edildiği suçun niteliğine dayanarak tutukluluk halinin devamına karar verdiğini ve söz konusu gerekçenin AİHS'nin 5/3 maddesine aykırı olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Başvuran, Mahkeme'nin tutukluluk gerekçesini açıklarken firar etme olasılığı, ikametgahının olmayışı, kanıtların yok edilmesi vb. gibi değerlendirmelerde bulunmadan, kanıtların durumu ve suçu uk halinin devam edilmesine dair karar verildiğini ileri sürmektedir.

Konuyla ilgili AİHM'nin içtihatlarına atıfta bulunan Hükümet, Başvuranın tutukluluk süresinin makul olduğu hakkında firar etme olasılığına, ikametgahın olmayışına, kanıtların yok edilmesine, Başvuranın da katıldığı terörist faaliyetlere ve yakalanan kişi sayısına, cezanın ve itham edildiği suçun niteliğine vurgu yapmıştır. Ayrıca Hükümet, 1 Şubat 1995 tarihinde, başvuranın sahte bir kimlik yakalanmasıyla DGM'nin kimlik tespitinde zorlandığını belirtmektedir.

AİHM öncelikle, Başvuranın tutukluluk halinin 28 Eylül 1991 tarihinde başladığını ve Mahkeme tarafından mahkum edildiği tarih olan 21 Ekim 1998'de sonra erdiğini belirlemiştir.

AİHM, AİHS'nin 5/3 maddesi tarafından öngörülen nihai kararın son aşamasında, itham edilen suçun mahkumiyet gerekçesinin açıklanması ile tutukluk halinin sona erdiğini hatırlatmaktadır (Bkz, 27 Haziran 1968 tarihli(Vemhoff-Almanya kararı, 9 ve Labita-italya kararı, no: 26772/95/147) Başvuranın tutukluk halinin AİHS'nin 5/3 maddesine göre 21 Ekim 1998 tarihinde sona erdiği anlaşılmaktadır. Bu halde, değerlendirmeye anılacak olan zaman dilimi 7 yıl 23 gündür.

AİHM içtihatlarına göre, tutukluluk halinin makul süresi soyut bir değerlendirmeyle ölçülmemektedir. Bir sanığın tutukluluk halinin makul süresi her davanın kendi gerekçesine göre değerlendirilmelidir (Bkz, 26 Ocak 1993 tarihli W-İsviçre kararı, 30). AİHM öncelikle, bir tutuklama durumunda adli makamların tutukluk süresinin öngörülen makul süreyi geçirmemekle sorumlu olduklarını belirtmektedir. Söz konusu kararların gerekçelerine ve ilgilinin başvurularında belirttiği olaylara dayanarak AİHM, AİHS'nin 5/3 maddesinin ihlal edilip edilmediğini tespit etmek zorundadır (Bkz, 28 Ekim 1998 tarihli Assenov ve diğerleri-Bulgaristan kararı,154).

Buna karşın, mevcut dosyanın unsurlarına göre Mahkeme, Başvuranın tutukluk halinin devamına karar verirken çoğu kez aynı gerekçeleri ("kanıtların durumu ve isnad edilen suçun niteliği göz önüne alındığında...") kullanmış ve her zaman aynı gerekçeyi belirtmemek için bazen de gerekçe göstermemiştir. Yakalanan kişinin suç işlediğinden şüphelenilmesine yol açacak nedenlerden söz etmek, tutukluk kurallarının olmazsa olmaz koşuludur. Ayrıca, söz konusu koşul da bir müddet sonra geçerliliğini de yitirmektedir. Bu durumda, AİHM'nin, adli makamlar tarafından gösterilen diğer gerekçelerin, özgürlüğün sınırlanmasını meşru kılıp kılmadığını tespit etmesi gerekmektedir. Eğer bu gerekçeler "yeterli" ve "etkili" ise o zaman AİHM, yetkili makamların yargılama sırasında "özel bir titizlik" gösterip göstermediğini araştırmak zorundadır (Bkz, 26 Temmuz 2001 tarihli Mıjkov-Bulgaristan kararı, 77 ve yukarıda anılan Labita kararı, 152 ve 153).

AİHM, firar etme olasılığına, ikametgahın olmayışına, kanıtların yok edilmesine, Başvuranın da katıldığı gibi terörist faaliyetlere ve yakalanan kişi sayısına ilişkin Hükümet tarafından ileri sürülen iddialara katılmamaktadır. Ayrıca, buna benzer iddialar cezanın ağırlığı gerekçe gösterilerek açıklanamaz. Başka bir deyişle, bu iddiaların mevcudiyetini teyit eden veya kaçma ihtimalinin yargılanmak üzere tutuklu tutulmayı haklı çıkarmayacak derecede düşük olduğunu ortaya koyan başka ilgili etkenlere göre değerlendirilmelidir. AİHM, Hükümet'in ileri sürmüş olduğu benzeri sakıncaların adli makamlar tarafından değerlendirmeye alınmadığını belirtmektedir (Bkz, 26 Haziran 1991 tarihli Letellier-Fransa kararı, 43, 27 Ağustos 1992 tarihli Tomasi-Fransa kararı, 98, 8 Haziran 1995 tarihli Yağcı ve Sargın-Türkiye kararı, 52 ve 8 Haziran 1995 tarihli Mansur-Türkiye kararı, 55).

Bu bağlamda AİHM, tutukluluk gerekçelerine dayanarak yetkili makamların 7 yıl süren bir tutukluluktan sonra hangi risklerle karşı karşıya kalındığını açıklamak zorunda olduğunu vurgulamaktadır (Bkz, 31 Temmuz 2001 tarihli Zannouti-Fransa kararı, 44 ve 45 ve yukarıda zikredilen IV-İsviçre kararı, 33).

AİHM, ön soruşturmanın 6 Ekim 1991 tarihinde sona erdiğini, 10 Ocak 1992 tarihinden 1 Şubat 1995 tarihinde kadar -özellikle uzun bir süre- Mahkeme'nin Başvuranın kimliğini tespit etmek amacıyla nüfus cüzdan örneğini istediğini ve Başvuranın dava dosyasını diğer sanıklarınkinden ayırdığını belirtmektedir.

Sonuçta AİHM, söz konusu zaman diliminde Başvuranın tutuklu kalmasının AİHS'nin 5/3 maddesinin ihlaline neden olduğunu belirtmektedir.

Buna istinaden, mezkur madde ihlal edilmiştir.

II. AİHS'NİN 6. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI :

A. Mahkeme'nin bağımsız ve tarafsızlığına ilişkin:

AİHS'nın 6/1 maddesine atıfla bulunan Başvuran, Mahkeme'nin (Diyarbakır 1 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin) bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olmadığını iddia etmiştir.

9 Haziran 1998 tarihli İncal-Türkiye kararına dayanan Başvuran, adil bir mahkeme tarafından yargılanmadığını, DGM'lerin statüsünde yapılan son değişikliklerden muaf tutulduğunu ve karar gerekçesini açıklayan üç hakimden birinin asker kökenli olduğunu ileri sürmüştür.

Hükümet, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkındaki Kanun'un, Anayasa'nın 143. maddesine değişiklik getiren 18 Haziran 1999 tarihli Kanun ile değiştirildiğini ve bu tarihten itibaren hiçbir askeri hakimin DGM bünyesinde görev almadığını belirtmiştir.

AİHM, 28 Ekim 1998 tarihli Çıraklar-Türkiye ve yukarıda anılan İncal kararında, benzer şikayetleri incelediğini belirtmiştir. DGM bünyelerinde görev alan askeri hakimlerin statüleri ile ilgili diğer konuların tartışıldığını ve sözkonusu hakimlerin üstlerinden emir alan ordu mensupları olduklarını ve atanmalarına ilişkin kararların birçoğunun idari makamlar ve ordu tarafından alındığını belirtmiştir.

AİHM, Hükümet'in sunduğu bilgilere göre Türk yasalarında yapılan son değişikliklerin bir biçimde AİHS'nin yükümlülüklerini yerine getirdiğini vurgulamakta ve görevinin sadece konuyla ilgili koşulları değerlendirmek olduğunu; olay tarihinde meydana gelen değişikliklerden dolayı Başvuranın davasının geçerli bir hukuki gerekçesinin bulunmadığına dair karar alamayacağını hatırlatmaktadır (Bkz, Sadak ve diğerleri-Türkiye Davası, no: 29900/96, 29901/96, 29902/96 ve 29903/96,38).

AİHM'nin görevi Mahkeme'nin Başvuranın adil yargılanma hakkının ihlal edip etmediğini ve Başvuranı yargılayan mahkemenin bağımsız ve tarafsız olmadığına dair meşru gerekçelerin bulunup bulunmadığını tespit etmektir (Yukarıda bahse konu olan İncal kararı, 70 ve Çıraklar kararı, 38).

Bu açıdan AİHM, Başvuranın sivil olması münasebetiyle daha önce İncal ve Çıraklar kararlarında olduğu gibi varmış olduğu sonuçları farklı düşünmek için hiçbir gerekçenin bulunmadığını kanısındadır. Mevcut davada Başvuran, Mahkeme'nin üyelerinden birinin ordu mensubu olması sebebi ile dava ile hiçbir ilgisi olmayan konulardan haksız biçimde etkilenebileceğinden meşru olarak endişe duymaktadır. Bu nedenle, Başvuranın Devlet Güvenlik Mahkemesinin bağımsızlığı ve tarafsızlığı konularında şüphe duyması için meşru sebebi oluşmuştur (Bkz, yukarıda anılan İncal kararı, 72).

Sonuçta, AİHM, Başvuranı yargılayan ve mahkum eden Mahkeme'nin AİHS'nin 6. maddesi uyarınca bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olmadığına karar vermiştir.

B. Mahkeme'nin yargılamasının adilliği hakkında:

AİHS'nin 6/1 maddesine göndermede bulunan Başvuran, mahkumiyet gerekçesinin güvenlik güçleri tarafından yasadışı olarak toplanan kanıtlara dayandırıldığından şikayetçidir.

Başvuran, hakim karşısında, gözaltı sırasında alınan ifadelere ve hakkında ileri sürülen iddialara itirazda bulunduğunu belirtmektedir.

Hükümet, Başvuranın mahkumiyetinin diğer yakalanan kişilerin beyanlarına göre gerekçelendirildiğini ifade etmektedir.

AİHM, yukarıda varmış olduğu sonuçlar ışığında Mahkemenin bağımsızlığı ve tarafsızlığına ilişkin şikayetlere daha önce cevap verdiği kanısındadır ve 6. maddesine ilişkin diğer şikayetleri incelemeye gerek olmadığına karar vermiştir (Bkz, yukarıda anılan Sadak ve diğerleri kararı (N: 1), 69).

C. Yargılamanın süresi:

AİHS'nin 6/1 maddesine atıfla bulunan Başvuran makul bir sürede yargılanmadığından şikayetçidir.

Başvuran, hakkında yürütülen cezai yargılamasının uzunluluğundan şikayetçi olduğunu ve yargılananın sadece bir kişi olması nedeniyle akıbetinin bir an önce belirlenmesini isteyen bir kişi olarak özellikle süre konusunda endişelendiğini belirtmektedir. Yargılamanın 7 yıl 7 ay ve 14 gün gibi bir sürede sonuçlandığını ve bu sürede hal ve tutumlarından dolayı her hangi bir ithamda bulunulmaması gerektiğini vurgulamaktadır. Aksine, cezai yargılamayı yürüten Mahkeme'nin davranışı ve ihmalkarlığını bu olaya sebebiyet vermiştir.

Ayrıca, Başvuran 19 Ocak 1994 tarihinde dava dosyasının diğer sanıkların dosyalarından ayrıldığını, ancak 4 ay 20 gün sonra 1 Haziran 1994 tarihinde ise Mahkeme'ce davasının görülmeye başlandığını hatırlatmıştır.

Başvuran, 26 Ekim 1994 tarihinde nüfus cüzdan örneğinin Mahkemeye sunulmasına rağmen dava dosyasına eklenmediğini ve bu tarihten itibaren yargılama sürecinde herhangi bir gelişme olmadığını ve karar gerekçesinin açıklanmasında Mahkeme'nin ihmalinden dolayı yargılama süresinin uzadığını iddia etmiştir.

1 Haziran 1994 tarihli duruşmada Mahkeme Yargıtay'dan dava dosyasını talep etmiş ancak söz konusu makam dosyanın bir nüshasını 3 Mayıs 1995 tarihinde, başka bir deyişle 11 ay sonra göndermiştir. 5 Haziran 1996 tarihli duruşma sırasında Mahkeme, Yargıtay'dan asıl dava dosyasını tekrar talep etmiştir. Dava dosyası ancak 13 Temmuz 1998 tarihinde, yani 25 ay sonra teslim edilmiştir. Bu çerçevede Başvuran, Mahkeme'nin ihmalkar davranmasının yargılamanın uzamasına neden olduğunu belirtmekledir. Başvurana göre, nüfus cüzdan örneği gibi bazı evrakları talep edilmesi veya A.G. adlı tanığın celp edilmesi sırasında bazı zorlukların ortaya çıkması, Devletin diğer kurumların kendisiyle işbirliği yapmaktan kaçtığını göstermekledir.

Sonuçta Başvuran, yargılamanın uzun sürmesinin davanın karmaşıklığından kaynaklanmadığını, Devlet kurumlarının tutumlarından kaynaklandığını belirtmektedir.

AİHM, prosedürün Başvuranın 28 Eylül 1991 tarihinde yakalanması ile başladığını ve Yargıtay'ın 12 Mayıs 1999 tarihinde ilk derece mahkemesinin kararını onamasıyla sona erdiğini hatırlatmıştır. Buna istinaden, yargılama 7 yıl 7 ay ve 14 gün sürmüştür.

AİHM, makul sürenin niteliğini, içtihatlar tarafından belirlenen kriterlere göre özellikle davanın karmaşıklığı, Başvuranın ve yetkili makamların tutumları (Bkz, diğer kararlar arasında, 23 Nisan 1998 tarihli Douslaly-Fransa karan, / 39, 22 Nisan 1998 tarihli Richard-Fransa kararı, 57, Pelissier ve Sassi-Fransa kararı, no: 25444/94, 67 ve Papachelas-Yunanistan kararı, n: 31423/96,35) veya bir bütün olarak incelenen dava koşullarının belirlediğini hatırlatmaktadır (Bkz. Mulaüs Mutandiz, 7 Kasım 2000 tarihli Piccolo-İtalya kararı, 10).

Mevcut davadaki olaylar ışığında, AİHM, Başvuranın PKK mensubu olduğu gerekçesiyle diğer dört sanıkla birlikte yargılandığı göz önüne alındığında söz konusu davanın belirli bir karmaşıklığa sahip olduğunu unutmamak gerektiğini belirtmektedir.

Adli makamların tutumları konusunda, AİHM, ilk olarak yalnızca devlete yüklenebilen gecikmelerin "makul sürenin" ihlal edildiğine dair neden gösterilebileceğini hatırlatmaktadır (Bkz, bununla birlikte, 21 Mart 2000 tarihli Gergonil-Fransa kararına, no: 40111/98,98 ve yukarıda zikredilen Papachelas kararına, 40). Konuyla ilgili olarak AİHM, Başvuranın 28 Eylül 1991 tarihinde yakalandığını, 9 Ekim 1991 tarihinde tutuklandığını, 5 Kasım 1991 tarihinde hakkında dava açıldığını ve 8 Nisan 1994 tarihinde ise Mahkeme tarafından dinlendiğini kaydetmiştir. Bu çerçevede, AİHM Başvuranın nüfus bilgilerinin tespit edilmesine ilişkin görevin ilk soruşturmayı yürüten yetkili makamlara ait olduğunu belirtmektedir.

Ayrıca, AiHM, 19 Ocak 1994 tarihli bir ara karar ile Mahkeme'nin Başvuranın dava dosyasını diğer sanıkların dosyasından ayrılmasına karar verdiğini ve Başvuranın kimlik bilgilerinin 1 Şubat 1995 tarihinde tespit edildiğini belirtmektedir.

AİHM, Mahkeme'nin Başvuranın dava dosyasının ayrı incelenmesine karar vermesini müteakip Başvuranın kimliğinin tespit edilmesi amacıyla 1 Haziran 1994 tarihinden itibaren işlemleri başlattığını ifade etmektedir. Bu bağlamda, Mahkeme'nin yetkili makamlardan sadece Başvuranın nüfus cüzdan örneğini talep etmesinin 8 ay sürdüğünü ve bu gecikmeden yetkili makamların sorumlu olduğunu belirtmiştir.

AİHM, Mahkeme'nin l Haziran 1994 tarihli duruşmasında, A.G. adlı tanığın dinlenmesine karar vermesi ile 15 Mayıs 1996 tarihinde bu tanığı dinlenmesini reddetmesi arasında 2 yıl geçtiğinin hatırlatılması gerektiğini düşünmektedir. AİHM, Mahkeme'nin birçok kez farklı makamlar ile yazışmasına rağmen bir türlü tanığı dinleyemediğini vurgulamaktadır. Bununla birlikte, söz konusu gecikmenin de yetkili makamlarından kaynaklandığını ifade etmekledir.

AİHM, Hükümet tarafından mezkur süreler hakkında herhangi bir açıklama yapılmadığını hatırlatmaktadır. Söz konusu makamların iş yoğunluğundan dolayı böyle bir gecikmeye neden oldukları varsayılsa dahi; bu gibi bir iddia geçerli bir gerekçe sayılmamaktadır. Bu bağlamda AİHS'nin 6/1 maddesi, mahkemelerin "makul sürede yargılama" gibi, AİHS’nin yükümlüklerini yerine getirmek amacıyla, sözleşmeci devletlerin kendi hukuk sistemlerini tekrardan düzenlemelerini sağlamaktadır (Bkz, 23 Eylül 1998 tarihli Portington-Yunanistan karar, 33)

Sonuçta, yetkili makamların tutumları göz önüne alındığında, AİHM, 7 yıl 7 ay ve 14 gün süren bir yargılamanın makul sürede sona erdiğinin kabul edilemez olduğu kanısındadır.

Buna istinaden, AİHS’nin 6/1 maddesi ihlal edilmiştir.

Bu nedenlerle AİHM,

1. Başvuranın, makul bir sürede yargılanmadığına ve yargılama sırasında serbest bırakılmadığına ilişkin AİHS’nin 5/3 maddesinin ihlal edildiğine;

2. Diyarbakır 1 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin tarafız ve bağımsız bir mahkeme olmaması sebebiyle AİHS’nin 6.maddesinin ihlal edildiğine;

3. Cezai yargılamanın uzunluğundan dolayı AİHS’nin 6.maddesinin ihlal edildiğine;

4. AİHS’nin 6.maddesine ilişkin diğer şikayetlerin incelenmesine gerek olmadığına;

5. a) Bu kararın AİHS’nin 44.maddesinin 2.paragrafına göre kesinleşmesini takip eden üç ay içinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden TL’sına çevrilmek üzere aşağıdaki miktarların, davalı Devlet tarafından Başvurana ödenmesine,

i) Maddi ve manevi tazminat olarak 6.000 (altı bin) Euro;

ii) Masraf ve harcamaları için 3.200 (üç bin iki yüz) Euro;

iii) Söz konusu miktarlara yüklenebilecek her türlü verginin ödenmesine,

b) Önceki paragrafta belirtilen üç aylık sürenin sona ermesinden ödemenin yapıldığı tarihe kadar geçen süre için, yukarıda belirtilen tutara, Avrupa Merkez Bankasının kredi faiz oranına yüzde üç puan eklenmek suretiyle gecikme faizi uygulanmasına;

6. Başvuranın, hakkaniyete uygun bir tatmin için geriye kalan taleplerinin reddine; karar vermiştir.

Karar, AİHM İçtüzüğünün 77.maddesinin 2. ve 3. paragrafları uyarınca, Fransızca olarak yazılmış ve 28 Ocak 2003 tarihinde tebliğ edilmiştir.

diğx

HÜSNİYE ADALI / TÜRKİYE DAVASI

(3113 7/96)

Strazburg

12 Aralık 2002

1949 doğumlu olan başvuran Hüsniye Adalı, T.C. vatandaşı olup İstanbul'da ikamet etmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde İstanbul Barosu avukatlarından Sn. M. A. Kırdök, A. Doğan ve C. Yücel tarafından temsil edilmektedir.

OLAYLAR :

İsmail Hakkı Adalı (İ.A.), Fevzi Yalçın (F.Y.), Kemal Soğukpınar (K.S.) ve Refa Şen (R.Ş.), 7 Ekim 1988 tarihinde saat 13:00 sıralarında, İstanbul Tuzla'da kendilerini yakalamak isteyen emniyet güçleri tarafından öldürülmüşlerdir.

Kartal Cumhuriyet Başsavcısı 17 Ekim 1988 tarihli iddianame ile, 16 emniyet memuru hakkında Türk Ceza Kanununun (TCK) 448, 281 ve 463. maddeleri uyarınca İ.A., F.Y., K.S. ve R.S.'yi öldürmekten Kartal Ağır Ceza Mahkemesinde dava açmıştır.

Başvuran Kartal Ağır Ceza Mahkemesinde polisler hakkında devam eden davaya, 17 Ocak 1989 tarihinde tazminat hakkını saklı tutarak "müdahil taraf" olarak katılmış ve polislerin yetkilerini aşarak taammüden suç işlediklerini iddia etmiştir.

Ağır Ceza Mahkemesi, 6 Şubat 1995 tarihli bir karar ile polis memurlarını TCK'nın 49. maddesi hükümlerine göre serbest bırakmıştır. Mahkemenin tespitlerine göre, güvenlik güçleri bir ihbar üzerine, Kırşehir Cezaevinden firar eden ve polis karakoluna bombalı bir saldırı düzenlemek için İstanbul-İzmir istikametinde yol alan mahkumları yakalamak amacıyla Tuzla köprüsü civarında pusu kurmuşlar; pusuyu fark eden şüpheliler, yapılan uyarıya rağmen ateş açarak, araçları ile hızla uzaklaşmaya çalışmışlardır. Mahkeme, kararını, özellikle olay yerinde bulunan polis memurlarının ifadelerine, olay yeri tutanağına, otopsi ve bilirkişi raporlarına dayandırmıştır. Güvenlik güçleri yaylım ateşinden sonra aracı aramışlardır. Yetkililer, mermi dolu bir tabanca ve aşırı sol görüşlü yasadışı bir örgütün faaliyetleri ile bağlantılı yayınlar bulmuşlardır. Olay mahallinde, elliye yakın mermi çekirdeği bulunmuştur. Ayrıca daha sonra yapılan ikinci bir aramada bir tabanca daha bulunmuştur. Mahkeme, şüphelilerin yakalama sırasında kullanılan yasal güç sonucu öldüğünü Adıgeçen mahkeme, olayla ilgili polis memurların Polis Vazife ve Salahiyetleri Yasasına uygun olarak şüphelilere ateş açtıkları yönünde karar vermiştir. Aynı mahkeme, başvuranların polislerin şüphelileri ikaz etmeden ve yakın mesafeden ateş etliklerine ilişkin iddialarını reddetmiştir.

6 Şubat 1995 tarihli karara karşı başvuran ve Cumhuriyet Savcısı Yargıtay'a temyiz başvurusunda bulunmuşlardır. Yargıtay, yargılamanın CMUK'a uygun yapıldığı gerekçesiyle 17 Ekim 1995 tarihinde kararı onamıştır.

HUKUKA DAİR :

AİHM, 8 Ekim 2002'de Hükümetin ilgili beyanını almıştır.

1. Hükümet, yürürlükteki Türk yasalarına ve Hükümetin bu tür olayları engelleme konusundaki kararlılığına rağmen, İsmail Hakkı Adalı’nın ölümünde olduğu gibi haksız güç kullanımı sonucu meydana gelen münferit ölüm olaylarından dolayı üzgündür. Hükümet, mevcut davada iddia edildiği şekildeki bir güç kullanımının AİHS'nin 2. maddesini ihlal edeceğini kabul etmektedir. Hükümet yaşama hakkının gelecekte güvence altına alınmasını sağlamak için, gerekli tüm önlemleri alıp, etkili soruşturmaların yürütülmesini zorunlu kılan talimatları vermeyi taahhüt etmiştir. Bu konuda, Hükümet, kısa zamanda uygulamaya konan idari ve yasal önlemlerin yürütülen soruşturmaları daha etkili kıldığını ve mevcut davadakine benzer koşullarda meydana gelen ölümlerin azalmasını sağladığını belirtmiştir.

2. Türk Hükümeti'nin, 31137/96 no ile kayıtlı başvurunun dostane çözüme kavuşturulması için İsmail Hakkı Adalı'nın annesi Hüsniye Adalı'ya toplam 55,000 İngiliz Sterlini ödeme yapmayı teklif ettiğini beyan ediyorum. Dava ile ilgili bütün yasal giderleri kapsayacak olan bu meblağ, miktara yansıtılabilecek her türlü vergiden muaf olup, başvuran veya yasal temsilci adına açılacak banka hesabına İngiliz Sterlini olarak yatırılacaktır. AİHS'nin 39. maddesi uyarınca kararın verildiği tarihten itibaren üç ay içerisinde ödenecektir. Bu ödeme davanın nihai kararını oluşturacaktır.

3. Hükümet, Avrupa Konseyi Delegeler Komitesi'nin Türkiye hakkındaki Mahkeme kararlarına ilişkin denetiminin bu ve benzeri davalarda, bu yöndeki gelişmelerin sürmesi için uygun bir mekanizma oluşturacağı görüşündedir. Bu bağlamda, gerekli işbirliği sürdürülecektir.

4. Bununla birlikte, Hükümet, AİHM'nin nihai kararını vermesinin ardından, AİHS'nin 43/1 maddesi gereğince davanın Büyük Daire'ye gönderilmesi yönünde talepte bulunmayacağını taahhüt etmiştir.

24 Eylül 2002 tarihinde AİHM, başvuranın avukatından müvekkilinin dostane çözüm çerçevesinde Hükümet'in teklif ettiği miktarı kabul ettiğine dair mektubu almıştır.

1. Hüsniye Adalı'nın yasal temsilcisi olarak Türk Hükümeti'nin, 31137/96 no ile kayıtlı başvurunun dostane çözüme kavuşturulması için Hüsniye Adalı'ya toplam 55,000 İngiliz Sterlini ödeme yapmayı teklif ettiğini öğrendik. Dava ile ilgili bütün yasal giderleri kapsayacak olan bu meblağ, AİHS'nin 39. maddesi uyarınca kararın verildiği tarihten itibaren üç ay içerisinde ödenecektir.

2. Müvekkilim ile istişarede bulunduktan sonra, teklifi kabul ettiğimizi ve başvuruya temel oluşturan olaylar ile ilgili olarak, Türkiye aleyhindeki bütün taleplerimizden vazgeçtiğimizi bildiriyoruz. Davanın nihai sonuca ulaştığını AİHM'nin nihai kararını vermesinin ardından, AİHS'nin 43/1. maddesi gereğince davanın Büyük Daire'ye gönderilmesi yönünde talepte bulunmayacağımızı taahhüt ediyoruz .

1. Bu deklarasyon Hükümet ve benim ile müvekkilim arasında varılan dostane çözüm temelinde yapılmıştır.

AİHM, tarafların üzerinde uzlaştıkları dostane çözüm anlaşmasını dikkate almakta ve bu anlaşmanın, Sözleşme ve eki Protokollerde tanımlanan insan haklarına saygı ilkesine uygun olduğuna kanaat getirmektedir (Sözleşme'nin 37/1 Maddesi).

Dolayısıyla dava zabıtlardan düşürülmelidir.

BU SEBEPLERDEN ÖTÜRÜ MAHKEME, OYBİRLİĞİYLE

1.Davanın 31152/96, 31153/96 ve 31154/96 nolu başvurulardan ayrılmasına;

2.Zabıtlardan düşürülmesine karar vermiştir.

3.Tarafların davanın Büyük Daire'de tekrar götürülmesini talep etmeyeceklerine dair taahhütlerini dikkate almıştır.

İşbu karar Fransızca olarak verilmiş ve 12 Aralık 2002 tarihinde, içtüzüğün 77. maddesinin 2.ve 3. fıkraları uyarınca yazılı olarak tebliğ edilmiştir.

diğx

JABARİ / TÜRKİYE DAVASI

(40035/98)

Strazburg

11 Temmuz 2000


USULİ İŞLEMLER

1. Davanın nedeni, bir İran Vatandaşı olan Hoda Jabari'nin ("başvuran"), 26 Şubat 1998 tarihinde, İnsan Haklarını ve Temel Hakları Korumaya Dair Sözleşme'nin ("Sözleşme") eski 25.maddesi uyarınca, Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na ("Komisyon") yaptığı başvurudur (başvuru no. 40035/98).

2. Başvuranı Mahkeme huzurunda, Ankara'da faaliyet gösteren, Av. Selahattin Esmer temsil etmektedir. Türk Hükümeti, Mahkeme önündeki işlemler için bir görevli atamamıştır.

3. Başvuran, Türkiye'den sınırdışı edildiği takdirde kötü muameleye maruz kalacağını ve taşlanarak öldürüleceğini; dolayısıyla sınırdışı edilmesini engellemek için kendisine etkili bir iç hukuk yolu sunulmadığını iddia etmektedir. Bu iki şikayete ilişkin olarak da Sözleşme'nin 3. ve 13. maddesini öne sürmektedir.

4. Başvuru, Mahkeme'ye, Sözleşme'nin 11 No'lu Protokolü'nün yürürlüğe girdiği (11 No'lu Protokol'ün 5. maddesinin 2. fıkrası) tarih 1 Kasım 1998 tarihinde gönderilmiştir.

5. Başvuru, Mahkeme'nin 4. Kısım'ına verilmiş (İçtüzük, 52. madde, 1.fıkra) ve bu bölüm içinde Davayı inceleyecek olan daire (Sözleşme'nin 27§1 Maddesi), İçtüzüğün 26§1 Maddesine uygun olarak teşekkül etmiştir. Mahkeme'de Türkiye'yi temsil eden Sn. Yargıç Rıza Türmen davadan çekilmiştir (İçtüzük 28.madde). Bunun üzerine Hükümet Sn. Feyyaz Gölcüklü'yü Sn. Rıza Türmen'in yerine atamıştır (Sözleşme'nin 27§2 ve İçtüzüğün 29§1 maddeleri).

6. Komisyon, eski İçtüzüğün 36. maddesi uyarınca tarafların çıkarı gözetilerek ve adaletin doğru olarak tecelli edebilmesi için Hükümet'ten, başvuranın sınırdışı edilmesi işleminin Komisyon karar verene değin uygulanmamasını istemiştir. 11. Protokol'ün yürürlüğe girmesini müteakip, m. 5/2 uyarınca, Mahkeme, ikinci bir bildiriye kadar İçtüzüğün 39. maddesinin uygulanmasını teyid etmiştir.

7. 28 Ekim 1999 tarihli bir kararla davaya bakan Daire başvuruyu kısmen kabul edilebilir bulmuştur.

8. Başvuran ve Hükümet, esaslara ilişkin görüş bildirmişlerdir (İçtüzük m. 59/1). Daire, taraflarla istişarede bulunduktan sonra, duruşma yapılmasına gerek olmadığına (İçtüzük m.59/2 ) ve tarafların birbirlerinin görüşlerine yazılı olarak cevap vermelerine karar vermiştir.

* Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasî İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe'ye çevrilmiş olup, gayrıresmî tercümedir.

OLAYLAR

I. Davaya Esas Teşkil Eden Olaylar

9. Başvuran, 1995 yılında, 22 yaşında ve bir sekreterlik okuluna devam etmekte iken İranlı bir adam (X) ile tanışmış ve ona aşık olmuştur. Bir süre sonra da evlenmeye karar vermişlerdir.

10. Fakat X'in ailesi evlenmelerine karşı çıkmıştır. Haziran 1997'de X başka bir kadınla evlenmiştir. Başvuran onu görmeye ve onunla cinsel ilişkiye girmeye devam etmiştir.

11. Ekim 1997'de başvuran ve X, birlikte caddede yürürlerken polis tarafından durdurulmuşlar ve X evli olduğu için gözaltına alınmışlardır.

12. Başvuran, gözaltındayken bir bekaret testine tabi tutulmuş ve birkaç gün sonra da ailesinin yardımıyla serbest bırakılmıştır.

13. Kasım 1997'de başvuran yasadışı yoldan Türkiye'ye girmiş, Şubat 1998'de İstanbul'a geçmiş ve oradan sahte bir Kanada pasaportuyla Fransa üzerinden Kanada'ya uçmayı denemiştir.

14. Başvuran, Paris havaalanına indiğinde Fransız polisi kendisini sahte pasaportla yakalamıştır.

15. 4 Şubat 1998'de başvuran bir İstanbul uçağına bindirilmiş, İstanbul'a gelişini müteakip, 5 Şubat 1998 günü saat 1'de Türkiye'ye sahte pasaportla giriş yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştır. Pasaportu incelenmek için alıkonulmuştur.

16. 6 Şubat 1998'de başvuran, havaalanındaki karakoldan alınarak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesine götürülmüştür. Başvuran, Pasaport Kanunu'na aykırı olarak Türkiye'ye sahte pasaportla giriş yaptığı gerekçesiyle Bakırköy Cumhuriyet Savcısı'nın huzuruna çıkarılmış daha sonra da sınırdışı edilmek üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne gönderilmiştir. Başvuran Yabancılar Şubesi'nde Irak'a gönderileceğini anladığında kendisinin İran vatandaşı olduğunu söylemiş ve iltica talebinde bulunmuştur. Başvuru süresinin geçmesi nedeniyle polis başvuruyu reddetmiştir. Zira, 1994 tarihli Mülteciler Yönetmeliği uyarınca başvuranın Türkiye'ye girişinden itibaren 5 gün içinde iltica talebinde bulunması gerekmektedir.

17. Başvurana göre, kendisi 26 Mart 1998 tarihine kadar Yabancılar Şubesi'nde gözaltında tutulmuştur. Bu tarihten sonra, Birleşmiş Milletler MültecilerYüksek Komiserliği'nin (BMMYK) müdahalesini müteakip başvuran, İstanbul'da bir otele yerleştirilmiştir.

18. 12 Şubat 1998'de BMMYK'dan bir memur, yetkililerin izniyle, 1951 Mültecilerin Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi (Cenevre Sözleşmesi) uyarınca, başvuranla iltica talebine ilişkin olarak görüşmüştür. 16 Şubat 1998 tarihinde, İran'a gönderildiği takdirde kendisini gerçek anlamda işkence ve ölüm tehlikesi beklediğinden dolayı başvurana, BMMYK tarafından mülteci statüsü verilmiştir.

19. 8 Mart 1998 tarihinde başvuran sınırdışı edilme kararına karşı Ankara İdare Mahkemesi'ne başvurmuş ve yürütmenin durdurulmasını istemiştir.

20. 16 Nisan 1998'de adı geçen mahkeme, başvuranın dilekçesini sınırdışı etme kararında kanuna aykırı bir durum olmadığı için reddetmiş ve kararın uygulanması halinde onarılması mümkün olmayan zararların meydana gelmeyeceği gerekçesiyle de yürütmenin durdurulmasına gerek olmadığı sonucuna varmıştır.

21. 4 Kasım 1998 tarihinde, Ankara İdare Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyarınca başvurusu sonuçlanana kadar ikamet izni verildiği için sınırdışı edilme tehlikesinin kalmadığı gerekçesiyle başvuranın serbest bırakılmasına karar vermiştir.

II. İlgili İç Hukuk

A. A. A. İdare Hukuku Hükümleri

22. Türk Anayasası m.125 aşağıdaki gibidir:

"İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır (...).

İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir (...)"

23. Anayasa'nın 155. maddesi aşağıdaki gibidir:

"Danıştay, idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar. (...)"

24. 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun'un 5. maddesi aşağıdaki gibidir.

"İdare mahkemeleri, vergi mahkemelerinin görevine giren davalarla ilk derecede Danıştayda çözümlenecek olanlar dışındaki

(a) (a) (a) iptal davalarını

(b) (b) (b) tam yargı davalarını

(c) (c) (c) (...)

çözümler."

25. Danıştay Kanunu'nun 25. maddesi aşağıdaki gibidir:

"İdare mahkemeleri ile vergi mahkemelerince verilen nihai kararlar ve ilk derece mahkemesi olarak Danıştayda görülen davalarla ilgili nihai kararlar Danıştayda temyiz yoluyla incelenir ve karara bağlanır."

B. B. Sığınma Arayanlarla İlgili Hukuk ve Uygulama

26. Türkiye, 1951 Mültecilerin statüsüyle ilgili Cenevre Sözleşmesi'ni ve ona bağlı 1967 tarihli Protokolü onaylamıştır. 1951 Sözleşmesi uyarınca Türkiye, sığınmacı statüsünün verilişini Avrupa'dan gelenlerle sınırlamak amacıyla, coğrafi tercih seçeneğini uygulamaktadır. İnsani nedenlerle, Avrupa dışındaki ülkelerden gelen ve 3. bir ülkeye yerleştirilene kadar kendilerine BMMYK tarafından ‘sığınmacı' statüsü verilen kişilere Türkiye, geçici ikamet izni vermektedir.

27. İçişleri Bakanlığı'nca 30 Kasım 1994 tarihinde mülteciler veya 3.bir ülkeye yerleştirilecek olanlarla ilgili bir yönetmelik çıkarılmıştır. Bu yönetmeliğe göre, Türkiye'ye sığınma aramak için gelen yabancılar, Türkiye'ye gelişlerinden itibaren 5 gün içinde sığınma taleplerini polise bildirmek zorundadırlar. Yasadışı yollarla girenlerin bu taleplerini, ülkeye giriş yaptıkları yere en yakın noktadaki yerleşim birimindeki polise bildirmeleri gerekmektedir. Ülkeye yasal olaral giren sığınma arayanlar, sığınma taleplerini ülkeye girdikleri tarihten itibaren 5 gün içinde yapmak koşuluyla herhangi bir şehirde yapabilirler.

28. Ülkeye yasadışı yollardan giren ve girişinden itibaren yetkili makamlara 5 gün içinde sığınma başvurusunda bulunmayanlar sığınmacı olarak kabul edilmezler.

29. Sığınma talepleri İçişleri Bakanlığı tarafından incelenir. Avrupa dışı bir ülkeden Türkiye'ye gelip de sığınma arayanlardan olumlu yanıt alanlar, başka bir yere yerleştirilmek için durumlarını BMMYK'ne iletebilirler. İçişleri Bakanlığı, sığınma başvurusunu, Türkiye'nin 1951 Cenevre Sözleşmesi uyarınca yükümlendiği sorumluluklar açısından değerlendirir ve Dışişleri Bakanlığı ile ilgili bakanlıkların ve kuruluşların görüşlerine başvurur. Talepleri kabul edilmeyen yabancılar yerel makamlar tarafından sınırdışı edilirler.

30. Ocak 1999 tarihinde 1994 tarihli Mülteciler Yönetmeliği'nde bir değişiklik yapılmış ve sığınma talebinin yapılması gereken 5 günlük süre 10 güne çıkarılmıştır. Dahası, sığınma talebi reddedilen bir sığınma arayan, artık, red kararından itibaren 15 gün içinde yetkili valiliğe itiraz edebilmektedir. İtiraz başvurusu bir üst makam tarafından değerlendirilmektedir.

C. İran'da Zina Suçuna Verilen Cezayı Yorumlayan Uluslararası Belgeler

31. Uluslararası Af Örgütü 1999 yılı raporunda, işkence ya da eziyet cezasının veya insanlık dışı ya da onur kırıcı cezaların verilmeye devam edildiğini bildirmektedir. Falaka cezası, ölüm cezasıyla birlikte en fazla verilmekte olan cezalardandır. Raporda, yabancı bir işadamıyla suç ortaklığı yapmakla suçlanan İranlı bir kadının, yasadışı cinsel ilişkiye girdiğini itiraf etmesinden sonra 100 değnekle cezalandırıldığı bildirilmektedir. Cezanın uygulanıp uygulanmadığı bilinmemektedir. Kasım 1999'da yine bir İranlı, zina suçu işlediği iddiasıyla, Lahijan kasabasında, taşlanarak öldürülmek üzere beline kadar gömüldüğü çukurdan kaçtıktan sonra beraat etmiştir.

32. 25 Şubat 2000 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı'nın açıkladığı İnsan Hakları Uygulamalarına İlişkin 1999 Ülke Raporlarının İran hakkındaki bölümünün ortaya koyduğu gibi, taşlama ve falaka da dahil olmak üzere İran'da çok sert cezalar verilmektedir. İslami Ceza Kanunu'nun 102. Maddesi yetkililerin recm cezasını yerine getirirken yapması gerekenleri ayrıntılı bir biçimde saymıştır: "Zina edenin taşlanma cezası, kadın ise göğüslerinin üstüne kadar, erkek ise beline kadar bir çukura gömüldükten sonra yerine getirilir." Basında çıkan haberlere göre Hazar Denizi kıyısındaki Babol kasabasında bir adam Nisan 1999'da taşlanarak öldürülmüştür. Bu kişinin üç oğlunu öldürdüğü iddia edilmektedir. Taşlanmanın öncesinde kendisine 60 değnek vurulmuştur. İlk taş, zanlıyı ölüm cezasına çarptıran hakim tarafından atılmıştır. Sözkonusu kanun ayrıca, cinayet mağdurlarına ölüm cezasının yerine getirilmesinde yer alma hakkı da tanımıştır.

HUKUK

I. Sözleşmenin 3. Maddesinin İhlali İddiası

33. Başvuran, İran'a gönderilmesinin, kendisinin, Sözleşme'nin 3. maddesiyle yasaklanan muameleye maruz kalmasına yol açacağını iddia etmektedir. 3. madde hükmü şöyledir:

"Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz."

34. Başvuran İran'da zina suçu işlediğini ve kendisine karşı cezai takibat başlamadan önce oradan ayrılmak zorunda kaldığını söylemektedir. Muhtemelen, bundan dolayı yargılanacağını ve insanlık dışı bir cezaya çarptırılacağını da eklemektedir. Bu iddiasını da desteklemek için Uluslararası Af Örgütü'nün hazırladığı rapora dayanarak İran'da zina suçu işleyen kadınların taşlanarak öldürülme cezasına çarptırıldıklarını dile getirmektedir. Başvuran, kendisine, BMMYK tarafından ortada sağlam gerekçeli bir öldürülme korkusu mevcut bulunduğu için sığınmacı statüsü verildiğini vurgulamaktadır.

35. Başvuran Mahkeme'nin yerleşmiş içtihatına dayanarak, İran hukukunda zina suçunun cezası olarak öngörülen falaka, kırbaç ve taşlanarak öldürülme cezalarının Sözleşme'nin 3. maddesi bağlamındaki yasaklanmış muamele tarzları içersinde değerlendirilmesi gerektiğini de iddia etmektedir.

36. Hükümet cevaben, Türkiye'nin, 1951 Cenevre Sözleşmesi'ne taraf olduğunda sadece Avrupa ülkelerinden gelen sığınma arayanlara sığınmacı statüsü vermeyi taahhüt ettiğini, yani sözleşmenin taraf devletlere tanıdığı coğrafi tercih seçeneğinden yararlandığını söylemektedir (bkz.26. paragraf). Fakat insani sebeplerle, başvuranın durumunda olduğu gibi, 3. bir ülkeye yerleştirilene kadar kendilerine BMMYK tarafından sığınmacı statüsü tanınan Avrupa dışından sığınma arayanlara, geçici ikamet izni verilmektedir. Başvuran, 1994 tarihli Sığınmacılara ilişkin Yönetmelik tarafından öngörülen 5 günlük süre koşuluna uymadığı için geçici ikamet imkanı kendisine tanınamamıştır.

37. Hükümet başvuranın korkularının nedenini sorgulamaktadır. Hükümete göre başvuranın 1997'de Türkiye'ye geldiğinde yetkililere veya BMMYK'ne başvuruda bulunmamış olması Sözleşme'nin 3. maddesi bağlamındaki iddialarıyla çelişmektedir. Kendisi Paris Havaalanına inince de iltica talebinde bulunmamıştır. Hükümet'e göre başvuran Kanada'ya girebilmeyi başarsaydı bile orada iltica talebinde bulunup bulunmayacağı şüphelidir.

38. Mahkeme, Sözleşmeci tarafların, uluslararası andlaşmalarla yükümlendikleri zorunluluklar saklı kalmak üzere, yabancıların ülkelerine giriş, ikamet ve sınırdışı edilmelerini düzenleme hakları bulunduğunu teyit eder. Ayrıca, siyasi iltica hakkı ne Sözleşme'nin ne de ona bağlı protokollerin kapsamına girmektedir (bkz. 30 Ekim 1991 tarihli Vilvarajah vd.- İngiltere kararı, A serisi no. 215, s.34, §.102).

Fakat, Mahkeme'nin yerleşmiş içtihadına göre, söz konusu kişinin, sınırdışı edildiği takdirde kabul eden ülkede 3.maddeye aykırı bir muameleyle karşılaşma tehlikesi bulunmaktaysa, sınırdışı etme işlemi 3. madde uyarınca bir soruna yol açmakta ve dolayısıyla bu durum Sözleşme'ye göre devletin sorumluluğunu teşkil etmektedir. Bu şartlar altında, 3. madde, söz konusu kişinin o ülkeye sınırdışı edilmemesini zorunlu kılmaktadır (bkz. 7 Temmuz 1989 tarihli Soering-İngiltere kararı, A Serisi no.161, s.35, §§ 90-91, 20 Mart 1991 tarihli Cruz Varas vd.-İsveç kararı, A Serisi no.201, s.28, §§ 69-70, ve 15 Kasım 1996 tarihli Chahal-İngiltere kararı, RD 1996-V, s.1853, §§ 73-74).

39. Mahkeme'ye göre, 3. maddenin demokratik bir toplumdaki temel değerlerden birini içerdiği ve mutlak ifadelerle işkenceyi ya da insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele ya da cezayı yasakladığı göz önünde bulundurularak, bir bireyin 3. bir ülkeye sınırdışı edildiği takdirde o ülkede 3. madde tarafından yasaklanmış bir muameleye maruz kalacağına ilişkin iddiası mutlaka titiz bir irdelemeden geçirilmelidir (bkz. üstte adı geçen, Chahal kararı, s. 1855, §79, ve s. 1859, §96).

40. Mahkeme, davalı Devlet görevlilerinin başvuranın iddiasına ilişkin olarak anlamlı bir değerlendirmede bulunmadıkları kanaatindedir. Başvuranın 1994 Mülteciler Yönetmeliği'nce öngörülen koşulları yerine getirmemesi onu, İran'a sınırdışı edilmesinden kaynaklanan korkularının gerçek nedeninin irdelenmesinden mahrum bırakmıştır (bkz. 16. Paragraf). Mahkemeye göre, bir iltica başvurusunda bulunmak için bu tür kısa süreli otomatik ve mekanik bir sınırlama Sözleşme'nin 3. maddesinde öngörülen temel hakkın korunmasıyla çelişmektedir. Başvuranın iltica talebinin arkasında yatan nedenleri araştırmak ve kendisine isnad edilen suç ışığında maruz kalacağı tehlikeyi değerlendirmek BMMYK'nin görevidir. Ankara İdare Mahkemesi başvuranın temyiz başvurusu üzerine, sınırdışı edilme kararını, daha zorlayıcı bir sorun olan başvuranın korkuları bakımından değil şekli bir yasallık bakımından değerlendirmiştir.

41. Mahkeme, BMMYK'nin başvuranın sınırdışı edilseydi yüzyüze kalacağı tehlikeye ilişkin yaptığı değerlendirmeye gereken önemi vermelidir. BMMYK başvuranla görüşmüş ve korkularının sağlamlığını ve zina suçu nedeniyle İran'da kendisine yönelik olarak başlatılan cezai kovuşturma iddiasının gerçekliğini değerlendirme fırsatı yakalamıştır. Hükümet'in başvuranın güvenilirliğini Uluslararası Af Örgütü'nün İran'da zina suçu işleyen kadınlara verilen cezalarla ilgili bulgulara dayanarak değerlendirmediği gözlemlenmektedir (bkz. 34. paragraf). Başvuranın karşı karşıya kaldığı tehlikenin davaya bakılma zamanındaki tehlike olduğunu gözönünde bulunduran Mahkeme, başvuranın ülkesinin zina suçuna hala çok kötü bir biçimde ceza verdiği ve daha insancıl bir ceza verme yönünde bir gelişim kaydetmediği kanaatindedir. Mahkeme İran'daki mevcut durumu ve zina suçuna verilen recm cezasının hala kanunlarda yer aldığını ve bu cezaya yetkililerin başvurabildiğini göz önünde bulundurmaktadır (bkz. 31. ve 32. paragraflar).

42. Üstteki mülahazalardan hareketle, Mahkeme, başvuranın İran'a döndüğü takdirde 3. maddeye aykırı bir muameleye maruz kalacağını kanıtladığı sonucuna varmıştır.

Dolayısıyla, başvuranın İran'a sınırdışı edilmesi işlemi, eğer icra edilirse, 3. maddenin ihlaline yol açacaktır.

II.II. Sözleşme'nin 13. Maddesinin İhlali İddiası

43. Başvuran, iltica başvurusunun süresinde yapılmadığı gerekçesiyle verilen red kararını temyiz edebileceği etkili bir iç hukuk yolu mevcut bulunmadığı için Sözleşme'nin 13. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmektedir. 13. madde aşağıdaki gibidir:

"Bu Sözleşme'de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev yapan kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir."

44. Başvuran, iltica başvurusun süresinin geçmesi nedeniyle kendisine, İran'a sınırdışı edilmekten niçin korktuğunu açıklama fırsatı sunulmadığını söylemektedir. Kendisine iltica başvurusunun reddi kararını temyiz etme olanağı da sunulmamıştır. Başvuranın Ankara İdare Mahkemesi önündeki davası da, bu mahkeme sınırdışı etme kararına ilişkin olarak yürütmenin durdurulması kararı almadığı için etkili bir iç hukuk yolu olarak değerlendirilemez. Anılan Mahkeme başvuranın sınırdışı edilme işleminin yürütülmesinin durdurulmasına gerek olmadığı yönündeki kararına, bu karar geçici nitelikte olduğu ve ayrı bir karar alınması gerektiği için ayrıntılı gerekçeler de göstermemiştir.

45. Hükümet, Ankara İdare Mahkemesi'nin başvuranın, yürütmenin durdurulması ve sınırdışı edilme kararının iptali istemini reddettiğini kabul etmektedir. Fakat, başvuran, iltica talebinin reddi kararının iptalini talep etmemiştir. Ankara İdare Mahkemesi, henüz sınırdışı etme kararı alınmadığı için başvuranın bu kararla ilgili talebini reddetmiştir.

46. Anayasa'nın 125. maddesindeki hükümlerle ilgili olarak (bkz 22. paragraf) Hükümet, mahkemelerin, idari bir işlem eğer davacıya onarılamaz zararlar verecekse ve açıkça hukuka aykırı ise o karara ilişkin olarak yürütmeyi durdurma kararı almakla yetkilendirildiklerini söylemektedir. Dahası, idare mahkemelerinin vermiş oldukları kararlar Danıştay'da temyiz edilebilmektedir (bkz 25. paragraf).

47. Bu sebeplerden dolayı, Hükümet başvuranın önünde sınırdışı edilme kararını temyiz edebileceği etkili iç hukuk yollarının mevcut olduğunu iddia etmektedir.

48. Mahkeme, 13. maddenin sözleşmedeki temel hak ve özgürlüklerin iç hukuk düzeninde uygulanmasını sağlayacak bir iç hukuk yolunun mevcudiyetini güvence altına aldığını hatırlatır. Söz konusu madde, bu nedenle, sözleşmeci taraflara bu hüküm uyarınca yükümlendikleri taahhütlere ne şekilde uyacakları hususunda belli bir takdir hakkı tanımış olmasına rağmen, Sözleşme uyarınca yapılan bir şikayeti araştırmak ve bu şikayetin sebebini ortadan kaldırmakla görevli bir ulusal makamın mevcudiyetini sağlayan bir iç hukuk yolunu gerektirmektedir.

49. Mahkeme, iç hukuk makamlarının başvuranın İran'a gönderildiği takdirde tehlikede olacağı iddiasını değerlendirmediklerini tekrarlar. Şekil şartlarını yerine getirmediği için başvuranın iltica talebinin reddi kararı temyiz edilememiştir. Elbette başvuran sınırdışı edilme kararının hukukiliğini de temyiz etme olanağına sahipti. Fakat bu tür bir dava başvurana ne yürütmenin durdurulmasını ne de tehlikede olduğuna ilişkin iddiasının esaslarının incelenmesini sağlamaktadır. Ankara İdare Mahkemesi başvuranın sınırdışı edilmesi kararının bütünüyle iç hukuk doğrultusunda alındığı kanaatindedir. Bu tür bir karara vararak adı geçen mahkeme, BMMYK'nın başvuranı Cenevre Sözleşmesi uyarınca mülteci olarak tanıma kararı karşısında bile başvuranın şikayetinin gerçekliğini değerlendirmeyi gerekli görmemiştir.

50. Mahkeme'ye göre, işkence ve kötü muamele iddiası gerçekleştiği takdirde zararın onarılamazlığı ve 3. maddeye atfedilen önem göz önünde bulundurulduğunda, 13. madde uyarınca etkili bir iç hukuk yolu kavramı, 3. maddeye aykırı bir muameleyle karşılaşma korkusuna ilişkin haklı gerekçeler mevcutsa, bağımsız ve kapsamlı bir incelemeyi gerekli kılmaktadır. Ankara İdare Mahkemesi bu tür koruma önlemlerinden herhangi birini almadığı için Mahkeme, Hükümet'in dayandığı temyiz yollarınının 13. maddenin öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmekten uzak olduğu sonucuna varmıştır.

Dolayısıyla 13. madde ihlal edilmiştir.

II.III. Sözleşmenin 41. Maddesinin İhlali

51. 41. madde hükmü şöyledir:

"Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder."

A. A. A. Zarar

52. Başvuran, başvuru formunda adil tatmine ilişkin talebini belirtmiştir. Bu talebini kabuledilebilirlik öncesinde sunulan 17 Haziran 1999 tarihli görüşlerde de yinelemiştir. Sözleşme'nin 41. maddesine yönelik talepleriyle ilgili olarak ayrıntılı bilgi sunulmamıştır.

53. Hükümet, yargılamanın hiçbir aşamasında başvuranın taleplerini açıkça cevaplamamıştır.

54. Mahkeme, işbu dava koşullarını göz önünde bulundurarak, Sözleşme'nin 3. maddesinin ihlali tehlikesinin tespiti ve sözleşmenin 13. maddesinin gerçekten ihlalinin tek başına başvuranın uğramış olduğu manevi zararın adil tatminini gerektirdiğini düşünmektedir.

A. A. B. Masraflar

55. Başvuran, başvuru formunda davasını Sözleşme organları önüne getirebilmek için yaptığı masrafların karşılanmasını talep etmiştir. Sözleşme'nin 41. maddesine yönelik talepleriyle ilgili olarak ayrıntılı bilgi sunulmamıştır. Başvuran, Avrupa Konseyi'nden 5.000 Fransız Frangı tutarında adli yardım almıştır.

56. Hükümet bu başlık altında herhangi bir görüş bildirmemiştir.

57. Mahkeme, başvuranın yaptığı masraflara ilişkin olarak ayrıntılı bilgi vermemesi karşısında, Avrupa Konseyi'nden aldığı adli yardım miktarı olan 5,000 Fransız Frangı'nın yargılama masrafları olarak yapılan harcamaları karşılamaya yeteceğini düşünmektedir.

Bu Nedenlerden Dolayı, Mahkeme, Oybirliğiyle

1.1. Başvuranın İran'a sınırdışı edilmesi kararının uygulanması durumunda Sözleşme'nin 3. maddesinin ihlal edileceğine;

1.2. Sözleşme'nin 13. maddesinin ihlal edildiğine;Sözleşme'nin 3. maddesinin ihlali tehlikesiyle sözleşmenin 13. maddesinin ihlalinin tespitinin, tek başına, başvuranın uğramış olduğu manevi zararın adil tatmini için yeterli olduğuna;

1.3. Başvuranın adil tatmine ilişkin diğer taleplerinin reddine;

Karar vermiştir.

İşbu karar İngilizce olarak verilmiş ve 11 Temmuz 2000 tarihinde Strazburg'taki İnsan Hakları Binası'ndaki halka açık duruşmada tefhim edilmiştir.

Vincen Berger Georg Ress

Sekreter Başkan

diğx

KALAÇ / TÜRKİYE DAVASI

(61/1996/680/870)

Strazburg

1 Temmuz 1997


DAVANIN ESASI

I. Davanın Özel Koşulları

1939 doğumlu bir Türk vatandaşı olan Bay Faruk Kalaç, Hava Kuvvetlerinde Askeri Mahkeme yargıcı olup, 1990 yılında yüzbaşı rütbesiyle Genelkurmay'da Hukuk İşleri Müdürü olarak görev yapmaktaydı.

8.Başbakan, Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Silahlı Kuvvetlerin onbir üst rütbeli Generalinden oluşan Yüksek Askeri Şura, 1 Ağustos 1990 günü, aralarında Bay Kalaç'ın da bulunduğu üç subay ve yirmi sekiz astsubay hakkında disiplini bozma ve kötü hal ve tutum gerekçesiyle zorunlu emeklilik kararı almıştır. Askeri Personel Kanunu'un 50. bölüm c bendine ve Askeri Adli Hizmetler Kanunu'nun 22. Bölüm c bendine ve Subay ve Astsubaylara ilişkin Yönetmelik'in 99. Maddesine dayanan karar, ilgili şahsın hal ve tutumunun, "yasaya aykırı fundemantalist fikirler" benimsediğini açıkça ortaya koyduğunu belirtmiştir.

9. 22 Ağustos 1990 tarihinde alınan bir kararla Devlet Başkanı, Başbakan ve Savunma Bakanı, yukarıda sözü edilen ve 3 Ekim tarihinde başvurucuya uygulanan kararı onaylamışlardır. Savunma Bakanı, başvurucunun sosyal güvenlik (sağlık sigortası) kartının, askeri kimlik kartının ve silah taşıma ruhsatının geri alınması emrini vermiştir.

10. 21 Ekim 1990 günü Bay Kalaç, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nden 1 Ağustos 1990 tarihli kararı ve Savunma Bakanlığı'nın öngördüğü önlemleri iptal etmesi talebinde bulunmuştur.

11. 30 Mayıs 1991 tarihli kararında Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, üçe karşı dört oyla, Anayasanın 125. Maddesi uyarınca Askeri Şura kararlarının kesin ve yargısal denetime tabi olmadığı gerekçesiyle, 1 Ağustos 1990 tarihli kararın iptal edilmesine ilişkin başvuruyu değerlendirmeye yetkili olmadığına karar vermiştir. Bu bağlamda Askeri Adli Hizmetler Kanunu uyarınca askeri adli hizmet görevlileri askeri personel statüsündedir. Disiplini bozma nedeniyle verilen zorunlu emeklilik kararı, diğer ordu mensuplarına uygulandığı şekilde düzenlenmiştir.

Karşı oy veren üç üye, Anayasanın 139. Maddesinde öngörülen yargı bağımsızlığı ilkesine göndermede bulunmuşlardır. Bu madde ile güvence altına alınan, sivil ve askeri yargıçlar için hakimlik teminatının, Anayasanın diğer hükümleriyle birlikte bir lex specialis (özel yasa) durumu oluşturduğu ve bu ilkeyi ihlal eden Yüksek Askeri Şura kararlarının, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin yargısal denetimine tabi olması gerektiği görüşünü dile getirmişlerdir.

Bununla birlikte Mahkeme, başvurucu ve ailesinin sosyal güvenlik kartının geri alınması kararını iptal etmiştir.

12. 9 Ocak 1992 tarihinde Mahkeme, Bay Kalaç tarafından yapılan düzeltme başvurusunu geri çevirmiştir.

II. İlgili iç hukuk

A. Anayasa

13. Anayasanın ilgili maddeleri şunlardır:

Madde 14:

"Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerin hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayırımı yaratmak veya başka herhangi bir yoldan bu kavram veya görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak amacıyla kullanılamazlar."

Madde 24:

"Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir."

"14. Madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dini ayin ve törenler serbesttir."

"Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz."

"Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar ya da nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını ya da dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz."

Madde 125: "

"İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.

Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şura'nın kararları yargı denetimi dışındadır."

Madde 139:

"Hakimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe Anayasa'da gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz.

Meslekten çıkarılmayı gerektiren bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır."

Madde 144:

"Hakim ve savcıların görevlerini; kanun, tüzük, yönetmeliklere ve genelgelere (Hakimler için genel nitelikteki genelgelere) uygun olarak yapıp yapmadıklarını denetleme; görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini hal ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırma ve gerektiğinde haklarında inceleme ve soruşturma, Adalet Bakanlığı'nın izni ile adalet müfettişleri tarafından yapılır. Adalet Bakanı soruşturma ve inceleme işlerini, hakkında soruşturma ve inceleme yapılacak olandan daha kıdemli hakim veya savcı eliyle de yaptırabilir."

Madde 145, 4. Paragraf:

"Askeri yargı organlarının kuruluşu, işleyişi, askeri hakimlerin özlük işleri, askeri savcılık görevlerini yapan askeri hakimlerin mahkemesinde görevli bulundukları komutanlık ile ilişkileri, mahkemelerin bağımsızlığı, hakimlik teminatı, askerlik hizmetinin gereklerine göre kanunla düzenlenir. Kanun, ayrıca askeri hakimlerin yargı hizmeti dışındaki askeri hizmetler yönünden askeri hizmetlerin gereklerine göre teşkilatında görevli bulundukları komutanlık ile olan ilişkilerini de gösterir."

B. 357 Sayili Askeri Adli Hizmetler Kanunu

Askeri Adli Hizmetler Kanunu'nun 22(c) bölümü şöyledir:

"Hizmet süresi gözetmeksizin, disiplini bozdukları veya aşağıda belirtilen nedenlerle ahlak dışı davranışlarda bulundukları gerekçesiyle Silahlı Kuvvetlerde görev yapmalarının uygun olmadığına karar verilen hizmet görevlileri, son askeri rütbeleri içinde verdikleri hizmet boyunca kaleme alınmış bir veya daha çok belgede öngörüldüğü üzere, Emekli Sandığı Kanununa tabi olacaklardır.

1.

Tutum ve davranışlarının, hukuk dışı fikirleri benimsediklerini açıkça ortaya koyduğu durumlarda."

C. 926 Sayili Askeri Personel Kanunu

15. Askeri Personel Kanununun 50(c). bölümü şöyledir:

"Hizmet süresi gözetmeksizin, disiplini bozdukları ve ahlak dışı davranışlarda bulundukları gerekçesiyle Silahlı Kuvvetlerde görev yapmalarının uygun olmadığına karar verilen hizmet görevlileri, Emekli Sandığı Kanunu'na tabi olacaklardır.

Askeri Personel Hakkında Yönetmelik, işlemleri başlatma, personel değerlendirme dosyalarını inceleme, denetleme ve bunlardan sonuçlar çıkarma ve bu gibi yargılama usullerinde öngörülen kanun veya formaliteyi uygulama yetkisine sahip kişileri belirtmektedir., Davası, Genelkurmay Başkanı tarafından Yüksek Askeri Şura'ya sunulmuş bir subayın görevden alınması için Yüksek Askeri Şura kararı gerekir."

D.Subaylar veAstsubaylar Hakkında Yönetmelik

16. Subaylar ve Astsubaylar Hakkında Yönetmeliğin 99. Maddesi şöyledir:

"Görev süresi gözetmeksizin, zorunlu emeklilik prosedürü, taşıdıkları son rütbe içinde verdikleri hizmet süresince kaleme alınmış bir veya daha fazla belgede öngörüldüğü üzere, disiplini bozdukları veya aşağıda belirtilen nedenlerle ahlak dışı davranışlarda bulundukları gerekçesiyle haklarında Silahlı Kuvvetlerde görev yapmalarının uygun olmadığına karar verilen tüm hizmet görevlilerine uygulanacaktır:

(a)'dan (d)'ye1.

(e) İlgili hizmet görevlisinin, tutum ve davranışıyla, hukuk dışı, yıkıcı, bölücü, fundamentalist ve ideolojik siyasi fikirlere sahip olduğuna veya bu tür fikirlerin propagandasında aktif olarak yer aldığına dair yeterli kanıt oluşturduğu durumlarda."

KOMİSYON ÖNÜNDEKİ İŞLEMLER

17. Bay Kalaç, Komisyon'a, 13 Temmuz 1992 tarihinde başvurmuş ve Sözleşmenin 9. Maddesine dayanarak, dini inançları nedeniyle askeri hakimlik görevinden alındığından yakınmıştır.

18. Komisyon, 10 Ocak 1995 ‘te başvurunun (no. 20704/ 92) kabul edilebilir olduğunu açıklamıştır. 27 Şubat 1996 tarihli raporunda (Madde 31) Sözleşmenin 9. Maddesinin ihlalinin söz konusu olduğuna karar vermiştir. Komisyonun görüşünü içeren metnin tümü karara ek olarak yeniden sunulmuştur.

KARAR

I. SİKAYETİN ESASI

19. Başvurucu, mahkemeye gönderdiği dilekçede, Sözleşmenin 9. Maddesine dayandırdığı şikayetine ek olarak, kendisine karşı

ileri sürülen olaylardan ötürü mahkemede duruşmasının yapılmadığı gerekçesiyle, ayrıca Madde 6/1'i de dayanak olarak göstermiştir.

20. Mahkeme, başvurucunun bu son şikayetinin, Komisyonun kabul edilebilirlik kararıyla sınırlandırıldığı için dava kapsamı dışında olduğunu ve ne bu kararla ne de Komisyonun raporuyla ilgili olmadığını bildirmiştir. (bkz. diğer yetkililer arasında, 28 Eylül 1995 tarihli Scollo-İtalya davası, Seri A, no. 315-C, s.51, ve 21 Şubat 1996 tarihli Hüseyin- Birleşik Krallık davası, Yargılama ve Karar Raporları-1996-1, s.266)

Bu nedenle davanın kapsamı 9. Madde'de ileri sürülen sorunlarla sınırlıdır.

II. SÖZLEŞMENİN 9. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

A. Hükümetin İlk İtirazları

21. Hükümet, Komisyon'a üç bölümden oluşan bir ilk itiraz sunmuş fakat Mahkeme'ye gönderdiği dilekçede, Komisyon'un yetkisizliğini, ratione materiae, ve başvurucunun son sunuşunu içeren diğer iki bölümü bir kenara bırakarak, sadece iç hukuk yollarının tüketilmediğine ilişkin bölüme yer vermiştir. Hükümet, 17 Şubat 1997 tarihli duruşmada, birinci bölüme ilişkin görüşünü dile getirmiş, buna ek olarak Mahkeme'nin yargı yetkisinin bulunmadığını, ratione materiae, ileri sürmüştür.

Mahkeme, Madde 48'de öngörülen süre dışında sunulduğu için, bu son itirazın herhangi bir karar gerektirmediğini belirtmiştir.

22. Aralık 1996 tarihli dilekçede ve duruşmada tekrarlanan görüşe göre, başvurucu, Türk yetkililere, din ve vicdan hürriyetinin ihlal edildiğini açıkça belirtmemiştir. Hükümet, Mahkeme'nin 15 Kasım 1996 tarihli Ahmet Sadık-Yunanistan davasında benimsediği ilkeye uygun olarak, başvurucunun, Türk hukukunun ayrılmaz bir parçasını oluşturan Sözleşme'nin 9. Maddesine dayanması gerektiğini ifade etmiştir.

23. Komisyon Delegesi gibi Mahkeme de, iç hukuk yollarının tüketilmediği iddiasının Anayasa'nın 125. Maddesi uyarınca reddedilmesi gerektiği, çünkü Askeri Yüksek İdare Mahkemesi'nin 30 Mayıs 1991 tarihli kararı gibi, Yüksek Askeri Şura'nın Bay Kalaç aleyhinde verdiği kararın da yargısal denetime tabi olmadığı kanaatindedir.

B. Şikayetin Esası

24. Başvurucu, askeri yargıçlık görevinden zorunlu olarak emekli edilmesinin, dini inanç ve uygulamalarına dayandığını ve bu nedenle din özgürlüğünü ihlal ettiğini ileri sürmüştür. Başvurucunun dayandığı Sözleşme'nin 9. Maddesi şöyledir:

"1.Her şahıs düşünme, vicdan ve din hürriyetine sahiptir. Bu hak, din veya kanaat değiştirme hürriyetini ve alenen veya hususi tarzda ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini veya kanaatini açıklamak hürriyetine sahiptir.

"2. Din veya kanaatleri açıklama hürriyeti demokratik bir toplumda ancak kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın veya genel ahlakın, yada başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması için zorunlu olan tedbirlerle ve kanunla sınırlandırılmıştır."

Başvurucu, zorunlu emekliliğine gerekçe olarak gösterilen (bkz. Paragraf 8) "kanun dışı fundamentalist fikirler" in ne şekilde anlaşılması gerektiğine ilişkin olarak iç hukukta herhangi bir hüküm bulunmadığını ileri sürmüştür. Dininin gereklerini yerine getiren bir Müslüman olarak günde beş vakit namaz kılmış ve Ramazan ayında oruç tutmuştur. Hükümetin, ilk kez, yargılama usulleri henüz Mahkeme önündeyken sunduğu belgeler, varlığından bile haberdar olmadığı, fundamentalist Süleymancılık tarikatının bir üyesi olduğuna dair herhangi bir kanıt oluşturmamaktadır. Bunun ötesinde Yüksek Askeri Şura ‘nın kararı Anayasa'nın 139. Maddesinde öngörülen hakimlik teminatı ilkesini ihlal etmiştir.

25. Hükümet, Mahkeme'ye, Bay Kalaç'ın Silahlı Kuvvetlerin bir üyesi olarak kalmasına izin verilip verilmeyeceğinin, sorunun temelini teşkil ettiğini belirtmiştir. Zorunlu emeklilik kararı, din, vicdan veya inanç özgürlüğüne bir müdahale olmayıp, aksine Türk ulusunun temeline yani Silahlı Kuvvetlerin güvence altına almakla sorumlu olduğu laikliğe karşı bağlılık duymayan bir kişinin askeri hukuksal hizmetten uzaklaştırılmasını amaçlamaktadır. Başvurucu Süleyman tarikatına bağlı olup, resmi olmasa da hukuk dışı fundamentalist eğilimlere sahip olduğu bilinen Süleyman topluluğunun faaliyetlerine katılmıştır. Dilekçeye eklenen çeşitli belgeler göstermektedir ki, başvurucu, bu topluluğa hukuki yardımda bulunmuş, eğitim toplantılarına katılmış ve tarikat üyesi olan kişilerin hizmet görevlisi olarak atanmasına yardımcı olmuştur. Bu belgeler doğrultusunda üst düzey beş ordu mensubundan oluşan bir komite, grup lideri Kalaç'ın, tarikat liderlerinden talimat alarak ve bunları uygulayarak askeri disiplini bozduğu ve Askeri Personel Kanunu'nun 50(c) bölümü uyarınca zorunlu olarak emekli edilmesi gerektiği sonucuna varmıştır. Yüksek Askeri Şura, kararını, Yüksek Komuta ve Hava Kuvvetleri Komutanının da kabul ettiği bu görüşe dayandırmıştır.

Son olarak, Türkiye'de ister Müslüman ister başka inançlara sahip olsun, Silahlı Kuvvetlerde görev yapan herkese dininin gereklerini yerine getirme imkanı sağlanmıştır. Bununla birlikte, 9. Maddenin sağladığı koruma, bir hizmet görevlisine ilişkin davada, üyelerinin faaliyetlerinin ordudaki hiyerarşik dengeyi bozması muhtemel olan fundamentalist bir hareketin üyeliği yönünde genişletilemez.

26. Komisyon, Hükümetin sunduğu belgelere dayandırdığı görüşünde, başvurucunun zorunlu emekliliğinin 9. Maddenin 1. Paragrafınca güvence altına alınan hakka müdahale niteliği taşıdığını belirtmiş ve ilgili hükümleri keyfi kararlara karşı korumada yetersiz görerek, söz konusu müdahalenin ikinci paragraf bağlamında kanunda yer almadığı Delege, Hükümetin, Mahkemeye verdiği dilekçesine dayanarak, Komisyon önündeki işlemler süresince, "ulusal güvenlik açısından sır" olarak ifade edilen belgeler ortaya attığını gözlemlemiştir. Her halukarda, bu belgeler, Bay Kalaç'ın bir tarikatla bağlantısı olduğu iddiasını desteklememektedir.

27.Mahkeme, din özgürlüğünün esas olarak bireysel bir vicdan meselesi olduğunu yinelemekle beraber, bir kişinin sadece toplum önünde kendisiyle aynı görüşü paylaşan kişilerle birlikte değil, tek başına ve özel olarak da dinini açıklama hürriyetine sahip olduğunu belirtmiştir.( bkz. 25 Mayıs 1993 tarihli Kokkinakis-Yunanistan davası, Seri A, s.17, p,31) Madde 9, ibadet ve ayin veya öğretimini yapmak suretiyle bir kişinin dinini veya inancını açıklama biçimlerini içermektedir. Buna karşın 9. Madde bir din veya inanç tarafından yönlendirilmiş her hareketi korumamaktadır. Bununla birlikte bir bireyin, dinini açıklama hürriyetini kullanırken, özel durumunu göz önünde bulundurması gerekebilir.

28. Bay Kalaç, askeri bir görev seçerek, doğası itibariyle Silahlı Kuvvetler mensuplarının belli hak ve özgürlüklerine, sivillere uygulanması mümkün olmayan sınırlamalar getirilmesi olasılığını içeren askeri disiplin sistemini kendi isteğiyle kabul etmiş olmaktadır. (bkz.8 Haziran 1976 tarihli Engel ve diğerleri- Hollanda davası, Seri A, no.22, s.24, p.57) Devletler, özellikle askeri hizmetin gereklerini yansıtan kurulu düzene aykırı şu veya bu şekilde bir tutumu yasaklayarak, orduları için disiplin kuralları benimseyebilirler.

29. Başvurucunun, askeri yaşamın getirdiği sınırlamalar çerçevesinde, bir Müslümanın dininin gereklerini yerine getirebilmesine itiraz edilmemektedir. Örneğin, özellikle günde beş vakit namaz kılmasına ve Ramazan ayında oruç tutmak, Cuma günleri camide vaazlara katılmak gibi diğer dini görevlerini yerine getirmesine izin verilmiştir.

30. Yüksek Askeri Şura'nın kararı, grup lideri Bay Kalaç'ın dini fikirleri, inançları ya da dini vazifelerini yerine getirme tarzı değil tutum ve davranışları dikkate alınarak verilmiştir. (bkz. P.8 ve 25) Türk yetkililere göre Bay Kalaç'ın bu tutumu askeri disiplini bozmuş ve laiklik ilkesini ihlal etmiştir.

31. Mahkeme, buna göre, başvurucunun zorunlu emekliliğinin, böyle bir karara başvurucunun dinini açıklama şeklinin neden olmamasından ötürü, Madde 9'da güvence altına alınan hakka müdahale anlamına gelmediği sonucuna varmıştır.

BU NEDENLERLE DİVAN OYBİRLİĞİYLE;

1. Hükümet'in ön itirazının reddedilmesine,

2. Sözleşme'nin 9. Maddesinin ihlal edilmediğine

karar vermiştir.

diğx

KALIN, GEZER VE ÖTEBAY / TÜRKİYE DAVASI

(24849/94,24850/94, ve 24941/94)

Strazburg

28 Ekim 2003

..............

6. Başvuranlardan Talip Kalın Ağrı'da, Ali Gezer Kahramanmaraş'da, Ekrem Ötebay ise Muş'da yaşamaktadır. İlk başvuran 1967, ikinci ve üçüncü başvuranlar ise 1973 doğumludur. Mahkeme huzurunda avukat Talat Tepe tarafından temsil edilmişlerdir.

7. Tarafların anlattığı şekliyle olaylar şu şekilde özetlenebilir:

Başvuru No: 24849/94

8. Başvuran, PKK'ya üye olduğu gerekçesiyle 17 Şubat 1994 tarihinde İstanbul’da gözaltına alınmıştır. Resmi kayıtlara göre tutuklama 24 Şubat 1994 tarihinde gerçekleşmiştir.

9. 28 Şubat 1994 tarihinde başvuran polis memurları tarafından sorgulanmış ve baskı altında itiraflarda bulunmaya zorlandığını ileri sürmüştür.

10. Başvuran, 9 Mart 1994 tarihinde İstanbul DGM huzurunda kendisi aleyhinde yapılan suçlamaları reddetmiştir.

11. Aynı gün İstanbul Adli Tıp Enstitüsü'nde yapılan muayene sonucunda başvuranın vücudunda herhangi bir darp veya yara izi bulunmamıştır.

12.11 Mart 1994 tarihinde başvuranın tutuklu yargılanmasına karar verilmiştir. 22 Mart 1994 tarihinde başka bir doktor tarafından yapılan muayene sonucunda başvuranın vücudunda darp izleri bulunduğu belirtilmiştir.

13. 27 Mart 1994 tarihinde başvuran 23 gün süren gözaltı süresi içinde işkenceye maruz kaldığı iddiasıyla şikayette bulunmuştur.

14. 23 Haziran 1994 tarihinde savcı başvuranın TCK'nm 125. maddesi ve Terörle Mücadele Kanunu'nun 5. maddesi uyarınca mahkum edilmesini ve cezalandırılmasını istemiştir.

15. 21 Aralık 1995 tarihinde İstanbul Savcısı başvurana işkence yaptığı iddia edilen dört polis memuru aleyhinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'ne iddianame sunmuştur.

16. 27 Haziran 1996 tarihinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi polis memurlarını yargılamak için kanıt bulunmadığına karar vermiştir.

Başvuru No 24850/94

17. 9 Şubat 1994 tarihinde başvuran PKK'ya üye olduğu gerekçesiyle gözaltına alınmıştır. Resmi kayıtlara göre başvuran, 28 Şubat 1994 tarihinde tutuklanmıştır.

18. 1 Mart 1994 tarihinde polis memurları tarafından yapılan sorgulama sırasında başvuran PKK eylemlerinden bazılarına katıldığını itiraf etmiştir.

19. 9 Mart 1994 tarihinde İstanbul Adli Tıp Enstitüsü’nde görevli bir doktor tarafından yapılan muayene sonucunda başvuranın vücudunda bazı darp izleri tespit edilmiş ve bu yaraların hayati tehlikesi olmadığı belirtilmiş ancak iki gün iş göremez raporu verilmiştir.

20. 9 Mart 1994 tarihinde İstanbul DGM'de yapılan sorgulamada başvuran ifadesini baskı altında iken imzaladığını iddia etmiş ve bütün iddiaları reddetmiştir.

21.11 Mart 1994 tarihinde İstanbul DGM başvuranın tutuklu yargılanmasına karar vermiştir.

22. 23 Haziran 1994 tarihli iddianame ile savcı, başvuranın TCK'nm 168/2 ve Terörle Mücadele Kanunu'nun 5. maddesi uyarınca mahkum edilmesini ve cezalandırılmasını istemiştir.

23. 23 Mart 1994 tarihinde cezaevi doktoru yaptığı muayene sonucunda başvuranın vücudunda iyileşmeye yüz tutmuş yara izleri bulunduğunu belirtmiştir. Başvuran daha sonra başka bir doktor tarafından muayene edilmiş ve aynı bulgular tekrar saptanmıştır.

24. 11 Temmuz 1994 tarihinde başvuran 31 gün süren gözaltı boyunca işkence gördüğü iddiasıyla İstanbul Savcısı'na şikayette bulunmuştur.

25. 5 Haziran 1995 tarihinde İstanbul Savcısı başvurana işkence yaptığı iddia edilen polis memurları aleyhinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'ne iddianame sunmuştur.

26. 23 Eylül 1996 tarihinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi başvuranın işkence gördüğü iddiasını kanıt bulunmadığı gerekçesiyle reddetmiştir.

27. 5 Mart 1999 tarihinde İstanbul DGM başvuranın beraat etmesine karar vermiştir.

Başvuru No. 24941/94

28. 20 Şubat 1994 tarihinde başvuran, PKK'ya üye olduğu gerekçesiyle gözaltına alınmıştır. Resmi kayıtlara göre başvuran, 7 Mart 1994 tarihinde tutuklanmıştır.

29. 17 Mart 1994 tarihinde polis memurları tarafından yapılan sorgulama sırasında başvuran PKK eylemlerinden bazılarına katıldığını itiraf etmiştir.

30. 18 Mart 1994 tarihinde İstanbul Adli Tıp Enstitüsü'nde görevli bir doktor tarafından yapıları muayene sonucunda başvuranın vücudunda darp izleri tespit edilmediği belirtilmiştir.

31. 21 Mart 1994 tarihinde İstanbul DGM'de yapılan sorgulamada kendisine karşı yapılan suçlamaları kabul etmiştir. Aynı gün İstanbul DGM başvuranın tutuklu yargılanmasına karar vermiştir.

32. 23 Haziran 1994 tarihinde savcı TCK'nın 168/2 ve Terörle Mücadele Kanunu'nun 5. maddesi uyarınca başvuranın mahkum edilmesini ve cezalandırılmasını istemiştir.

33. 22 Mart 1994 tarihinde cezaevi doktorunun yaptığı muayene sonucunda başvuranın vücudunda bazı yaralar bulunduğu belirtilmiştir.

34. 9 Mayıs 1994 tarihinde başvuran, başka bir doktor tarafından muayene edilmiş ve vücudunda darp ve yara izleri tespit edilmiştir.

35. Başvuran 11 Temmuz 1994 tarihinde İstanbul Savcılığına polis tarafından gözaltında tutulduğu sırada işkence gördüğünü ve gözaltı süresinin uzunluğunu ileri sürerek şikayette bulunmuştur.

36. İstanbul Savcısı 28 Eylül 1995 tarihinde başvurana kötü muamele yaptığı iddia edilen polis memurları aleyhinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesine iddianame sunmuştur.

37. İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi 7 Aralık 1995 tarihinde başvuranın işkence gördüğü şeklindeki iddiasını reddetmiştir. Mahkeme iddiayı destekleyecek kanıt bulunmadığı sonucuna varmıştır.

38. İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi 5 Mart 1999 tarihinde başvuranın davasının savunması mahkemeye sunulmadığı için diğerlerinden ayrılmasına karar vermiştir.

HUKUK :

39. Hükümet'in deklarasyonu 22 Temmuz 2003 tarihinde Mahkemeye sunulmuştur:

1. Hükümet, mevcut Türk kanunlarına ve Hükümet'in sözkonusu olayları engelleme kararlılığına rağmen, gözaltına alınan kimselere kötü muamele yapılmasından üzüntü duymaktadır. Gözaltındaki kimselere işkence, insanlık dışı ve küçük düşürücü muamele uygulanmasının ve cezalandırılmasının AİHS'nin 3. maddesine aykırı olduğu kabul görmektedir. Hükümet gelecekte bu tür fiillerin yasaklanması ve etkili soruşturmalar yapılabilmesi için gerekli bütün talimatları vermeyi ve tedbirleri almayı taahhüt eder. Hükümet ayrıca yapılan yeni yasal ve idari düzenlemeler sonucunda kötü muamele olaylarının azaldığını ve daha etkili soruşturmalar yürütüldüğünü belirtmiştir.

2. Türk Hükümeti 24849/94, 24850/94, 24941/94 no ile kayıtlı başvurular ile ilgili olarak dostane çözüme varmak amacıyla Talip Kalın, Ali Gezer ve Ekrem Ötebay isimli başvuranların her birine ex gratia olarak 27,000'er (yirmiyedi bin) Euro ödeme yapmayı teklif etmiştir. Dava ile ilgili yasal harcamaları da kapsayacak olan sözkonusu meblağ uygulanabilecek her türlü vergiden muaf olacak ve AİHS'nin 39. maddesi uyarınca verilen nihai kararın tefhim edilmesini izleyen üç ay içinde başvuranların adına açılacak bir hesaba yatırılacaktır. Bu ödeme davanın nihai sonucunu oluşturacaktır. Sözkonusu meblağın üç ay içinde ödenmemesi halinde Hükümet, üç ayın bittiği tarihten ödeme tarihine kadar geçerli olmak üzere Avrupa Merkez Bankası'nın uyguladığı basit faiz oranının üç puan fazlasına eşil faiz oranı uygulamayı taahhüt eder.

3. Hükümet, Mahkeme'nin Türkiye ile ilgili kararlarının uygulanmasının Bakanlar Komitesince denetlenmesinin bu yöndeki gelişmelerin devamı açısından uygun bir mekanizma olduğunu düşünmektedir. Bu amaçla gerekli işbirliği sürdürülecektir.

4. Son olarak Hükümet Sözleşmenin 43/1. maddesi gereğince nihai kararın verilmesinin ardından davanın Büyük Daire 'ye gönderilmesi talebinde bulunmayacağını taahhüt etmiştir.

40. Başvuranların yasal temsilcisi tarafından imzalanan deklarasyon 8 Nisan 2003 tarihinde Mahkeme'ye gönderilmiştir.

1. 24849/94, 248/50/94, 2494/94 ile kayıtlı başvuruların dostane çözümle sonuçlandırılmasını sağlamak amacıyla Türk Hükümeti’nin Sn. Kalın, Sn. Gezer ve Sn. Ötebay isimli başvuranların her birine ex gratia olarak toplam 27,000'er Euro ödeme yapmayı teklif ettiğini öğrendik. Dava ile ilgili masraf ve harcamaları içeren sözkonusu meblağ AİHS'nin 39. maddesi uyarınca verilen kararın tefhim edilmesini takiben üç ay içinde deklarasyondaki şartlara uygun olarak ödenecektir.

2. Başvuranların görüşünü aldıktan sonra sözkonusu teklifi kabul ediyor ve başvuruya temel oluşturan olaylarla ilgili olarak Türkiye Cumhuriyeti aleyhindeki bütün taleplerimizden vazgeçtiğimizi bildiriyoruz. Davanın nihai çözüme ulaştığını ve Sözleşme'nin 43/1 maddesi uyarınca Mahkeme'nin nihai kararı vermesinin ardından davanın Büyük Daire 'ye gönderilmesini talep etmeyeceğimizi taahhüt ederiz.

3. Bu deklarasyon Hükümet ile başvuranlar arasında varılan dostane çözüm temelinde ilan edilmiştir.

41. Mahkeme, taraflar arasında varılan dostane çözümü dikkate almaktadır. (Sözleşmenin 39. maddesi). Mahkeme, dostane çözümün Sözleşme ve Protokollerinde tanımlandığı biçimde insan haklarına saygı ilkesine dayalı olduğu konusunda ikna olmuştur.

42. Sözkonusu nedenlerden dolayı dava kayıttan düşürülmelidir.

YUKARIDAKİ NEDENLERDEN DOLAYI MAHKEME OYBİRLİĞİYLE ,

1. Davanın kayıttan düşürülmesine ve

2. Tarafların davanın Büyük Daire önünde tekrar görülmesini istemeyecekleri şeklindeki taahhütlerin kayda geçilmesine karar verir.

İşbu karar İngilizce olarak hazırlanmış olup, Mahkeme İç Tüzüğü'nün 77/2 ve 77/3 maddeleri uyarınca 28 Ekim 2003 tarihinde yazılı olarak tefhim edilmiştir.

diğx

KARAKOÇ VE DİĞERLERİ / TÜRKİYE DAVASI

(27692/95, 28138/95 ve 28498/95)

Strazburg

15 Ekim 2002

OLAYLAR :

Sırasıyla 1959, 1952 ve 1964 doğumlu olan başvuranlar Diyarbakır'da ikamet etmektedirler. Karakoç, işçi ve Türk Harb-İş Sendikası temsilcisidir. Alpaslan, DİSK-Genel iş Sendikası yöneticilerindendir ve Diyarbakır'da ikamet etmektedir. Akyol, Medya Güneşi adlı bir gazetenin temsilcisidir.

27 Mayıs 1993'te başvuranlar ve çeşitli sendika, dernek ve gazetelerin temsilcisi olan yirmi bir kişi biraraya gelerek Hükümetin güneydoğudaki politikalarını protesto eden bir basın açıklamasında bulunmuşlardır. Karakoç ve Alpaslan sözkonusu beyana DİSK-Genel İş ve Türk Harb-İş yöneticileri olarak, Akyol ise Medya Güneşi gazetesi temsilcisi olarak imza atmışlardır.

Başvuranlar sözkonusu açıklama ile bölücülük propagandası yaptıkları gerekçesiyle 16 Eylül 1993'te Diyarbakır DGM Savcısı tarafından sorgulanmışlar, savcının tutuklama talebi DGM hakimi tarafından delil yetersizliği nedeniyle aynı gün reddedilmiştir.

Savcı, 17 Eylül 1993'te mahkemenin 16 Eylül 1993 tarihli kararına itirazda bulunmuştur.

Savcının itirazı üzerine DGM hakimi O. Karadeniz başkanlığında toplanan Albay T. Gözen ve hakim C. S. Ural'dan oluşan mahkeme heyeti, başvuranların tutuklanmalarına karar vermiştir.

Savcı, 24 Eylül 1993 tarihinde hazırladığı iddianame ile, Terörle Mücadele Yasasının 8/l. maddesine dayanarak başvuranlar ve sözkonusu beyana imza atanlar hakkında bölücülük propagandası yaptıkları gerekçesiyle ceza davası açmıştır.

20 Ekim 1993 tarihli duruşmada başvuranların avukatları DGM bünyesinde bulunan hakimler O. Karadeniz ve C. S. Ural'ı reddetmiş, adıgeçenlerin daha önce 17 Eylül 1993 tarihinde başvuranların tutuklanması hakkındaki kararda görüş bildirdiklerini iddia etmişlerdir.

Mahkeme, 10 Kasım 1993 tarihli karar ile Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yargılama usullerine ilişkin 2845 sayılı Yasanın 26. maddesine dayanarak hakimler hakkında yapılan itirazı reddetmiştir.

23 Şubat 1994 tarihli duruşmada başvuranların tahliye talepleri reddedilmiştir. Başvuranlar 30 Mart 1994'te tahliye edilmişlerdir.

Hakim O. Karadeniz, Hakim Binbaşı M. Yüce ve Hakim C. S. Ural'dan oluşan DGM heyeti 13 Nisan 1994 tarihli kararıyla Türk ulusunun bölünmez bütünlüğünü ve devletini hedef alan bölücü propaganda yapmak ve halk arasında ayrımcılık yaratmak suçlarından başvuranların her birini yirmi ay hapis cezası ve 208.333.000 TL para cezasına çarptırmıştır.

Başvuranlar 17 Mayıs 1994'te Yargıtay'a başvurmuşlardır.

Yargıtay ilk derece mahkemesinin kararını 14 Aralık 1994'te onamıştır.

HUKUK AÇISINDAN :

I. AİHS'NİN 10. MADDESİNİN İHLAL EDİLMESİNE İLİŞKİN :

Başvuranlar 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 8. maddesine göre mahkum edilmeleri ile AİHS'nin 10. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmektedirler.

Mahkemeye göre başvuranların mahkumiyeti, açıkça ifade özgürlüğüne yapılmış bir müdahale anlamına gelmektedir.

A. "Kanunlar Tarafından Öngörülme" :

Sözkonusu davada, başvuranların mahkum edilmesinin Terörle Mücadele Kanununun 8. maddesi uyarınca bir yasal dayanağı olduğu ve AİHS'nin 10/2. fıkrası kapsamında "kanunlar tarafından öngörülme" şartını karşıladığına ilişkin bir ihtilaf mevcut değildir.

B. "Meşru amaç" :

Taraflara göre yapılan müdahale ulusal birlik ve güvenlikle ülke bütünlüğünün korunması ve asayiş bozukluğunun ve suçun engellenmesi amaçlarını taşımaktadır. AİHM farklı bir bakış açısını kabul edecek bir neden bulamamaktadır.

C. "Demokratik Bir Toplum için Zaruret" :

1. Tarafların görüşleri:

Hükümete göre, Terörle Mücadele Kanununun 8. maddesinde yapılan değişikliklerin ardından Devlet Güvenlik Mahkemesi davayı re'sen ele almış ve başvuranlara uygulanacak cezaların değişmesi neticesinde mahkumiyet kararını tekrar gözden geçirmiştir.

Başvuranlar, çoğulcu demokratik bir sistemde sendikaların kendilerine ülkenin sosyal ve politik meseleleriyle ilgili olarak görüş bildirmelerine imkân tanıdığını belirtmekte, sözkonusu bildiride Kürt kökenli vatandaşlara yapılan ekonomik ve idari baskılara ilişkin düşünceleri dile getirdiklerini, anılan beyana imza atan diğer şahısların kamu düzenini bozma, bölücülük yapma veya buna benzer niyetlerinin asla olmadığını ileri sürmektedirler. Başvuranlar ayrıca, haklarında verilen mahkumiyet kararları ile düşünce ve ifade özgürlüğüne müdahalede bulunulduğunu ileri sürmektedirler

2. AİHM'nin değerlendirmesi:

Mahkeme bu anlamda temel prensiplerle ilgili içtihatları hatırlatmaktadır. (Bkz. 23 Nisan 1992 tarihli Castells-İspanya kararları, seri:A no:236, 46; Zana kararı, s.2547-2548, 51; Fressoz ve Roire-Fransa kararı no:29183/95, 45, AİHM 1999-I;Ceylan-Türkiye no:23556/94, 32, AİHM 1999-IV; Öztürk-Türkiye no:22479/93, 64, AİHM 1999-VI; son olarak, Seher Karataş-Türkiye kararı no:33179/96, 37, 9 Temmuz 2002).

(i) İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden birini ve toplumun, ilerlemesi ve her bireyin özgüveni için gerekli temel şartlardan birini teşkil etmektedir, maddenin 2. paragrafı uyarınca, bu kabul gören veya zararsız veya kayıtsızlık içeren "bilgiler" ve "fikirler" için değil, aynı zamanda kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için de geçerlidir. Bunlar, "demokratik bir toplumun" olmazsa olmazı çokseslilik, tolerans ve hoşgörünün gerekleridir. 10. maddede belirtilen şekilde bu özgürlük, ancak dikkatle tespit edilmesi ve harfiyen uyulması gereken bazı istisnalara tabidir.

(ii) 10. maddenin 2. fıkrasında belirtilen anlamda "zaruri" sıfatı "acil bir sosyal ihtiyaç" anlamındadır. Akit Devletler anılan ihtiyacın mevcut olup olmadığının değerlendirilmesi konusunda belli bir marja sahiptir. Ancak yasalar ve bağımsız mahkemeler tarafından verilen kararlar aracılığıyla uygulanan bu marj Avrupa denetimi ile iç içe olmalıdır. Mahkeme bu sebeple, bir "sınırlamanın" Sözleşme'nin 10. maddesinin güvencesinde olan ifade özgürlüğü ile bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda nihai kararı verme yetkisini haizdir.

(iii) Denetim yetkisinin uygulanmasında Mahkeme müdahaleyi, suçlanan ifadeler ve bunların ifade edildiği bağlam da dahil olmak üzere, davanın bütünü içinde incelemelidir. İlk olarak müdahalenin "meşru amaçlar ile orantılı" olup olmadığı ve anılan müdahalenin meşruiyeti için ulusal otoriteler tarafından gösterilen gerekçelerin "ilgili ve yeterli" olup olmadığı tespit edilmelidir. Mahkeme bunu yaparken, ulusal otoritelerin 10. madde kapsamındaki ilkelere uygun davrandığı ve müdahalenin olayla ilgili bulguların kabul edilebilir bir değerlendirmesine dayalı oldukları konusunda olumlu kanaate varmalıdır.

AİHM, kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla hazırlanan bir basın bildirisi nedeniyle yapılan müdahalelerde basının, bir siyasi demokrasinin düzgün şekilde işlemesinin sağlanmasına ilişkin temel görevinin de dikkate alınması gerektiğini belirtmektedir, (diğer kararların yanı sıra bkz., 8 Temmuz 1986 tarihli Lingens - Avusturya kararı, A Serisi, No. 103. s. 26/41; ve yukarıda anılan Fressoz ve Roite kararı, 45). Basının anılan bilgileri ve fikirleri bildirme zorunluluğunun yanı sıra, halkın da bunları almaya hakkı vardır. Basın özgürlüğü, kamuoyuna, siyasi liderlerin fikir ve tutumlarının öğrenilmesi ve bunlara ilişkin bir kanaat oluşturulması için en iyi araçlardan birini sağlamaktadır (bkz. yukarıda anılan Lingens kararı, s. 26/42).

Bu konuda AİHM, söz konusu basın açıklamasında yer alan eleştirilerin hedefinin Hükümet tarafından yürütülen politikalar olduğunu belirtmiştir. Basın açıklamasını yapanlara göre Hükümet "köy yıkmaktan", "katliam ve yargısız infazlardan" ve "keyfi gözaltılar"dan suçludur. Buna benzer somut olayların mağduru olan kişilerin isimlerinin zikredilmesi ile bu sert eleştirilerin yabana atılmayacak nitelikte olduğu kanıtlanmaktadır. Basın açıklamasına imza atanlar, kamuoyunun menfaati için olayları gündeme getirmişler ve bireysel hakların bekçisi olan basını demokratik görevleri yerine getirmeye davet etmişlerdir.

AİHM, teröre karşı yapılan mücadelenin zorluklarını küçümsememektedir. Bu bağlamda Mahkeme, basın temsilcisi ve sendika yöneticileri olarak görüşlerini bildiren başvuranların Türk siyasi yaşamındaki etkin görevleri çerçevesinde ne halkı şiddete ve ayaklanmaya teşvik ettiklerini, ne de orduyu hedef gösterdiklerini belirtmiştir (Bkz, Zana-Türkiye davası, 57-56; Sürek-Türkiye (n:1), 62-65, ve Sürek (no:3), 40-42). Aksine, temel hakların ihlaline neden olacak somut olaylardan kamuoyunu haberdar etme görevini yerine getirmişlerdir.

Ayrıca, AİHM, başvuranlara verilen 83.333.333 TL'lık para ve 10 ay ağır hapis cezalarının ağırlığını hatırlatarak, başvuranların cezaları her ne kadar DGM'nin 16 Kasım 1995 tarihli kararı ile ertelenmiş olsa da başvuranların kendilerine karşı açılan dava nedeniyle değişik tarihlerde özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarını hatırlatmıştır.

Sonuç olarak, başvuranlara verilen mahkumiyet kararı meşru amaçlarla orantısız olup demokratik bir toplum için gereklilik teşkil etmemektedir.

Bu durumda AİHS'nin 10. maddesi ihlal edilmiştir.

II. AİHS'NİN 6/1. MADDESİNİN İLHAL EDİLMESİNE İLİŞKİN :

Başvuranlar AİHS'nin 6/1. maddesi uyarınca, şikayetlerinin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından görülmediğini ileri sürmüşlerdir.

Başvuranlar, Diyarbakır DGM'nin bünyesinde asker kökenli bir hakimin bulunması ve gözaltına ilişkin 17 Eylül 1993 tarihli tutuklama kararına imza atan hakimlerin daha sonra aleyhlerinde açılan kamu davasında da görüş bildirmeleri nedeniyle bu mahkemenin tarafsız ve bağımsız olmadığını iddia etmişlerdir. Başvuranlar bu konuda, Incal-Türkiye davasına atıfta bulunmuşlardır (9 Haziran 1998 tarihli karar).

Hükümet, tutuklama kararının esasa ilişkin bir karar ile aynı olmadığını, bu kararın yargılamanın bir aşamasında ek bir önlem olarak verildiğini ve benzer bir önlem alan hakimlerin sanığın tutuklanmasını gerekçelendirmek için delillerin yeterli olup olmadığını incelemeleri gerektiğini belirtmiştir.

AİHM, AİHS'nin 6/1 maddesine göre bir mahkemenin "bağımsız" olup olmadığına karar verilebilmesi için; üyelerinin atanma şeklinin, görev sürelerinin, dış baskılara karşı korunmalarının ve bağımsızlık görünümü sergileyip sergilemediklerinin dikkate alınması gerektiği görüşünü tekrarlamıştır (Bkz. diğer birçok makamlar arasında, 25.02.1997 tarihli Findlay İngiltere'ye karşı hükmü, Raporlar 1997-1, s. 281. prg.73 ve anılan Incal Kararı, s.1571, 65).

AİHS'nin 6/l maddesi uyarınca "tarafsızlık" konusunda karar verilirken uygulanacak iki kriter vardır: Birincisi; belli bir davada belli bir yargıcın kişisel kanaatinin kararı belirleyip belirlemediğinin, ikincisi ise; hakimin yasal konumunun, tarafsızlığı konusundaki şüpheleri uzak tutmak için yeterli garantiyi verip vermediğinin araştırılmasıdır, (Bkz. 20.05.1998 tarihli Gautrin ve diğerleri Fransa'ya karşı kararı (Raporlar 1998-111, s. 1030-1031/58).

Sözkonusu davada ikinci kriterin uygulanması gerektiği konusunda tartışma yoktur. Bir makamın bağımsızlıktan yoksun oluşundan endişe duymak için yasal bir sebebin var olup olmadığına karar verilirken, bu makamın tarafsız olmadığını iddia edenlerin dayandığı nokta önemlidir.

AİHM, başvuranların mahkemenin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olmadığına dair endişelerinin iki nedene bağlı olduğunu belirtmiştir: (1) Diyarbakır DGM hakimleri tutuklama kararını vermeleri ile birlikte dava esasına ilişkin görüşlerini zaten açıklamışlardır. Aynı hakimler daha sonra başvuranlar aleyhinde açılan davanın esası hakkında değerlendirmede bulunmuşlardır. (2) Mahkeme heyetindeki hakimlerden biri askeri makamlara bağlıdır. Bu bağlamda sorunun iki açıdan incelenmesi gerekmektedir:

1. Diyarbakır DGM'nin başvuranlar hakkında verdiği tutuklama kararıyla ilgili olarak :

Bu koşullarda, AİHM, tutuklama kararını veren hakim heyetinin davanın esasını da karara bağlaması nedeniyle başvuranların endişe duyduklarını belirtmiştir.

AİHM, Türk Ceza Kanununun 104. maddesine göre, tutuklama kararı verecek olan hakim(ler)in, suçun işlendiğine dair kuvvetli emareler bulunduğuna kanaat getirmeleri gerektiğini belirtmiştir. DGM tarafından verilen tutuklama kararının davanın esasına ilişkin kararla aynı olmadığı bir gerçektir. Hakimlerin kuvvetli emarelerin varlığını tespit etmek için, ilk olarak savcı tarafından hazırlanan iddianamenin gerçek veriler üzerinde kurulduğundan emin olmaları gerekmektedir.

Bazı koşullarda, davanın karar aşamasında değişik bir sonuç alınmaktadır. Bu açıdan AİHM, askeri hakimin varlığına ayrı bir önem vermektedir: DGM bünyesinde görev alan O. Karadeniz (mahkeme başkanı), askeri hakim T. Gözen ve C.D. Ural, 17 Eylül 1993 tarihinde, henüz başvuranlar hakkında kamu davası açılmadan tutuklama kararını vermişlerdir. Bu karara göre, söz konusu konuşmada suç işlendiğine dair kuvvetli emareler bulunduğu gerekçesiyle başvuranların tutuklanmasına karar verilmiştir.

AİHM, adıgeçen hakimlerin başvuranların mahkumiyet kararlarına da imza attıklarını ve tutuklama kararının gerekçeleri ile 13 Nisan 1994 tarihli kararın gerekçeleri arasında herhangi bir fark bulunmadığını belirtmiştir. Halbuki hakimlerin görevi, suça ilişkin kuvvetli emarelerin bulunup bulunmadığının tespiti sırasında kendilerine sunulan delilleri değerlendirmektir. Bu konuda hakimlerin değerlendirmeleri ile davanın sonuçlandırılması arasında çok ince bir fark oluşmuştur. Ayrıca, aynı mahkeme başkanı, O Karadeniz, 16 Kasım 1995 tarihli erteleme kararı ile de başvuranları mahkum etmiştir. AİHM, yukarıda anılan unsurların, başvuranların Diyarbakır DGM'nin bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olmadığına dair endişelerini doğruladığı sonucuna varmıştır.

2. Diyarbakır DGM bünyesinde görev alan askeri hakim hakkında :

AİHM, 28 Ekim 1998 tarihli Çıraklar - Türkiye kararındaki şikayetlerin benzerlerinin ileri sürüldüğünü hatırlatmıştır. AİHM, DGM'de görev alan askeri hakimlerin statüsünün bağımsızlık ve tarafsızlıkları konusunda tartışma yarattığı sonucuna varmış ve bu hakimlerin orduda görevli olmaları nedeniyle amirlerinden emir aldıklarını, askeri disipline tabi olduklarını ve atamalarına ilişkin kararların büyük ölçüde idari yetkililer ve ordu tarafından alındığını vurgulamıştır.

AİHM, Türk yasalarının AİHS'ne uygun biçimde değiştirildiğini belirtmiştir (Bkz, Sadak ve diğerleri-Türkiye davası, no: 29900/96, 29901/96, 29902/96 ve 29903/96, 34 ve 38). Ancak görevinin konuyla ilgili koşulların değerlendirilmesiyle sınırlı olduğunu ifade etmiş ve olay tarihinden itibaren bazı değişikliklerin yapılması nedeniyle mevcut davadaki şikayetlerin geçerliliğini yitirmediği sonucuna varmıştır.

AİHM, görevinin Diyarbakır DGM'nin işleyiş şeklinin başvuranların adil yargılanma hakkını ihlal edip etmediğini, özellikle de tarafsız olarak incelendiğinde başvuranların kendilerini yargılayan mahkemenin bağımsızlığı ve tarafsızlığına ilişkin haklı bir endişelerinin olup olmadığını tespit etmek olduğunu belirtmektedir. (Bkz. yukarıda anılan Incal Kararı, 70; ve yukarıda anılan Çıraklar kararı, 38).

Bu konuda, AİHM, başvuranlar gibi sivil olan Sn. Incal'ın ve Çıraklar'ın davalarında varılan sonuca varılmaması için herhangi bir neden görmemiştir. Devletin toprak bütünlüğünü ve ulusal birliği zedelemeye yönelik propaganda yapmak suçundan DGM'de yargılanan başvuranların, askeri hakim bir üyesi bulunan bir heyet tarafından yargılanma konusunda endişe içinde olmaları anlaşılır bir husustur. Bu itibarla, DGM'nin yargılama sırasında davanın özü ile herhangi bir ilişkisi olmayan hususlardan gereksiz yere etkilenebileceğini düşünmek için yeterli sebepleri mevcuttur. Bir başka deyişle, başvuranların mahkemenin bağımsızlık ve tarafsızlığına ilişkin korkularının haklı sebebe dayandığı kabul edilebilir.

Yukarıda anılan nedenlerden dolayı AİHM, AİHS'nin 6/1. maddesinin ihlal edildiği kararına varmıştır.

III. AİHS'NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI ÜZERİNE :

AlHS'nin 41. maddesinde yer alan unsurlar :

A. Tazminat:

Alpaslan, verilen mahkumiyet kararı ile gelir kaybına uğradığı gerekçesiyle 11.567,- Amerikan Doları (USD) talep etmektedir. Bu iddiasına dayanak olarak Kasım 1994 ve Ocak 1996 tarihleri arasında 506.683.204 TL. gelir kaybına uğradığını gösteren belgeleri ibraz etmiş, bu miktarın 11.567,- USD ye karşılık geldiğini ifade etmiştir. Başvuran ayrıca manevi tazminat olarak 15.000,-USD talep etmektedir.

Karakoç, verilen mahkumiyet kararı ile gelir kaybına uğradığı gerekçesiyle 13.693,- USD talep etmektedir. Bu meyanda Türk Harb-İş genel sekreteri ile yapılan sözleşmeye dayanarak mahkum olduğu yedi ay boyunca 43.788.541,- TL. gelir kaybına uğradığını belirtmiştir. Karakoç sözleşmesinin l Haziran 1995 tarihinde tek taraflı olarak feshedildiğini ekleyerek manevi tazminat olarak 20.00,- USD talep etmektedir.

Akyol, olayların meydana geldiği dönemde çalışmadığını dile getirerek manevi tazminatın miktarı konusundaki takdiri AİHM'ye bırakmış, manevi tazminat miktarı olarak 15.000,-USD talep etmiştir.

Hükümete göre talep edilen miktarlar aşırı ve gerçekçi değildir.

AİHM, AİHS'nin 41. maddesine dayanarak başvuranların her birine uğramış oldukları manevi zararın tazminine ilişkin 7.500,- Euro (EURO) ödenmesini kararlaştırmıştır.

B. Masraf ve harcamalar:

Başvuranlar Türk makamları ve Sözleşme kurumları önünde temsil edilirken yaptıkları masraf ve harcamalar için 6.200,- USD avukatlık ücreti olarak ise 160.000.000,- TL.talep etmişlerdir.

Hükümet, bu miktarları aşırı olarak nitelendirmektedir.

Masraf ve harcamalara ilişkin olarak Avrupa Konseyinin adli yardım miktarı olan 564,06,-Euro (3.700,- FF) düşülerek başvuranlara 6.000,- Euro ödenmesini kararlaştırmıştır.

C. Temerrüt Faizi:

AİHM, belirtilen sürenin bitiminden ödeme tarihine kadar geçecek süre için, yukarıda anılan meblağlara Avrupa Merkez Bankası'nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı basit faize tabi tutulacağını ve bunlara %3 'lük bir artış uygulanacağını belirtmektedir.

BU SEBEPLERDEN DOLAYI MAHKEME OYBİRLİĞİYLE,

1. AİHS'nin 10. maddesinin ihlal edildiğine ;

2. Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesinin bağımsız ve tarafsız olmadığına ilişkin yapılan şikayet uyarınca AİHS'nin 6/l maddesinin ihlal edildiğine ;

3. a) Savunmacı Hükümetin başvuranlara AİHS'nin 44/2 maddesi gereğince kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, miktara yansıtılabilecek KDV, pul, harç ve masraflar nedeniyle kesinti yapılmaksızın, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden TL'sına çevrilmek üzere;

i) Başvuranların herbirine manevi tazminat olarak 7.500,- (yedi bin beşyüz) Euro ödenmesine,

ii) Avrupa Konseyi tarafından verilen 564.06,- (beşyüzaltmışdört Euro altı santim) Euro'luk adli yardım miktarı düşülmek ve doğrudan veya dolaylı her türlü vergiden muaf olmak üzere, masraf ve harcamalar için 6.000,- (altıbin) Euro'nun davalı Devlet tarafından ödenmesine;

b) Yukarıda belirtilen üç aylık sürenin bitiminden ödeme tarihine kadar geçecek süre için Avrupa Merkez Bankasının belirlemiş olduğu yıllık % 3'lük faizin ödenmesine;

4. Adil tazminata ilişkin diğer taleplerin reddine;

KARAR VERMİŞTİR.

İşbu karar Fransızca olarak hazırlanmış ve AİHM'nin iç tüzüğünün 77/2 ve 3. maddelerine uygun olarak 15 Ekim 2002 tarihinde yazıyla bildirilmiştir.

diğx